Bir zamanlar yalnızca tanrılar görürdü.
Bugün herkes birbirini izliyor — ama kimse kimseyi gerçekten görmüyor.
18. yüzyılda İngiliz filozof Jeremy Bentham, Panoptikon adını verdiği bir hapishane tasarlamıştı:
Ortada tek bir kule, çevresinde hücreler.
Mahkûmlar gardiyanı göremez ama her an izleniyor olabileceklerini bilirlerdi.
Sonuçta kimse bakmasa bile kendi kendilerini denetlerlerdi.
Yüzyıllar geçti, Panoptikon artık bir bina değil; bir yaşam biçimi.
Michel Foucault’nun dediği gibi, modern insan artık “kendi gözetleyicisini içinde taşır.”
Bugün kameralar, algoritmalar ve ekranlar bizi izliyor.
Ama asıl tuzak dışarıdaki gözler değil — içimize yerleşen “görülme” arzusu.
Sosyal medyada özgürleştiğimizi sanıyoruz,
oysa herkes kendi dijital hücresinde, beğenilmek uğruna nöbet tutuyor.
Görülmez kalmak neredeyse yok sayılmak gibi.
Bu yüzden hep bir iz bırakmak, hep fark edilmek istiyoruz.
Fakat asıl soru şu:
Eğer tüm kameralar kapansa, tüm bakışlar kaybolsa,
sen yine de aynı insan olur muydun?
Belki de gerçek özgürlük görünmezlikte değil,
görülmediğinde de doğru kalabilmekte.