Ölümün adı bile ürpertici gelir. Çünkü insan, var olduğu gerçeğiyle birlikte yok olacağı fikrini aynı anda taşıyamaz. Zihin, “ben” dediği şeyin bir gün sessizliğe gömüleceğini bilmek istemez. Yine de ironik bir biçimde, bizi en çok yaşama bağlayan şey de tam olarak bu farkındalıktır: bir gün biteceğini bilmek.
Belki de mesele ölümden korkmak değil, yaşamamış olmaktan korkmaktır. Çoğu insan ölümü değil, yarım kalmayı, “henüz değil” dediği anların elinden alınmasını korkunç bulur. Ölüm, bir son değil, yarım kalan cümlelerin noktasız bırakılmasıdır.
Filozoflar yüzyıllardır bu paradoksun etrafında dolaşır. Epikür, “Biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiğinde biz yokuz” der. Varoluşçularsa bu düşünceyi yeterli bulmaz; çünkü ölümün bilgisi, yokluğun deneyimi değil ama varlığın gölgesidir. Yani ölüm henüz gelmeden bile hayatın içindedir — her seçimde, her vazgeçişte, her “belki yarın” deyişimizde.
Belki ölüm korkusu, yaşamın pusulasıdır. Çünkü sonsuzluğu olmayan insan, değerli olana yönelir. Birini sevmek, bir şeyi yaratmak, bir hatırayı korumak… hepsi “benden sonra da bir iz kalsın” arzusunun farklı biçimleridir.
Ölümden korkmadan yaşamak demek, ölümsüzlüğü umursamamak değil; ömrün sınırlılığını bilip her anı tam yaşamak demektir. Ölümün gölgesi, aslında hayatı aydınlatan bir fenerdir — yeter ki gözlerimizi kısmayıp bakabilelim.