Bir gün eline bir yüzük geçseydi…
Onu taktığında kimse seni göremese…
Ne yapardın?
Bu, Platon’un “Devlet” adlı eserinde sorduğu o meşhur sorudur. Gyges’in Yüzüğü — görünmezlik gücü veren bir yüzük. Ve bu yüzük, insanın içindeki en çıplak gerçeği ortaya çıkaran bir ayna gibidir: Eğer kimse görmüyorsa, gerçekten kim olurduk?
Efsaneye göre, çoban Gyges bu yüzüğü bulduktan sonra, görünmezliğin gücüyle kralı öldürür, kraliçeyle evlenir ve tahta oturur. Hikâyenin özü basit ama yakıcı:
Erdem mi bizi iyi yapar, yoksa gözlem mi?
Yani, bir insanın ahlakı, vicdanı, karakteri — tüm bunlar başkalarının bakışından mı beslenir?
Yoksa biz kimse izlemese de doğru olanı yapabilir miyiz?
Bugün hepimizin cebinde kendi “Gyges yüzüğü” var aslında. Sosyal medyada görünmez olmayı, anonim hesaplardan konuşmayı, dijital kimliklerin arkasına saklanmayı öğrendik.
Orada kimse kimseyi tanımıyor, kimse kimseye hesap vermiyor.
Ve görünmezliğin o büyüsü — tıpkı Gyges’in hikâyesinde olduğu gibi — içimizdeki karanlığı cesaretlendiriyor.
Bir yorumun arkasına sığınıp hakaret etmek, bir kimliği gizleyip iftira atmak, bir “anonimlik” perdesinin ardında kötülüğü özgürlük sanmak…
Oysa görünmez olduğumuzda değil, görülmediğimizde nasıl davrandığımızda insanlığımız ortaya çıkıyor.
Platon’un asıl derdi de buydu:
Eğer adalet sadece bir “görünme” biçimiyse, o zaman kimse kalbinden değil, bakışlardan korktuğu için iyidir.
Ama eğer bir insan, kimse yokken de dürüst kalabiliyorsa, işte o zaman gerçekten adildir.
Bugün toplum olarak “yüzüksüz” kalmaya ihtiyacımız var.
Çünkü görünmezliğin bedeli ağır.
Görülmemek, bazen var olmamaktır; bazen de var olan vicdanı yavaş yavaş susturmaktır.
Belki de bu çağda cesaret, herkesin “görünmez” olabildiği bir dünyada bile şeffaf kalmayı seçmektir.
Erdemi kimse fark etmese de sürdürmek, doğruluğu alkış beklemeden savunmak…
Gyges’in yüzüğü bugün belki bir efsane, ama onun sorusu hâlâ masanın üstünde duruyor:
“Görülmeseydin, kim olurdun?”