Yıllardır, bıkmadan usanmadan yazıyorum. Bu köşenin konusu çoğu zaman su olmuştur.

Küresel ısınma ve küresel iklim krizinin geldiği boyuta dikkatleri çekiyor ve bu yılın özelinde yaşadığımız kuraklığı yazıyorum, bundan sonra da yazmaya devam edeceğim.

Bilimsel verilere göre Türkiye, son 52 yılın en kurak yılını yaşıyor. İzmir’in, İzmir’e içme suyu sağlama anlamında en büyük barajı Tahtalı. Şu andaki doluluk oranı, son 10 yılın en düşük düzeyine inerek yüzde 8.21’e kadar düşmüş durumda. Yani durum vahim ki vahim.

Geçtiğimiz aylarda İTB’nin, benim de katılımcıları arasında olduğum olağan meclis toplantısında konunun üzerinde önemle duran İzmir Ticaret Borsası Başkanı Işınsu Kestelli konuşmasında, su sorununun şiddetinin her geçen yıl arttığını, böyle devam ederse su kaynaklarının insani tüketim için bile yeterli olmayacağını belirerek, “Amasız ve fakatsız çok ciddi tedbirleri almak zorundayız. Tarımsal ürün desenimizi yeniden ele almalı, kuraklığa dayanıklı ürünlerin ekimini sağlamalı ve hatta tarımda modern sulama sistemlerine geçişi ciddi desteklerle zorunlu kılmalıyız” diyerek konunun ivediliğinin altını kalın çizgilerle çizerek bir yerlere not düşüyordu.

Konunun önem ve yaşamsallığını tekrar tekrar yazmaya gerek yok. Çünkü bütün canlılar için su yaşamsal.

Toplantıda aldığım notları incelemeye devam ediyorum.

Dünyanın doğal akışını bozan küresel ısınma ve iklim krizi sonucu sıcaklık artışı her geçen gün azalan suyun olmadığı bir dünyada yaşamı hayal etmek mümkün değil.

Küresel ısınmanın sonuçları karşımıza, yağışların düzeninin ve şiddetinin değiştiği, bunun sonucu oluşan kuraklık ve sel gibi aşırı hava olayları olarak çıkıyor.

Küresel ortalama sıcaklıklar sanayi öncesi döneme göre 1 dereceyi çoktan aştı.

Dünyamızda şu anda temiz ve güvenli su kaynaklarına ulaşma olanağı bulunmayan 2 milyar insan yaşıyor, 450 milyon çocuk ise orta veya şiddetli seviyede su kıtlığı olan bölgelere yaşamını sürdürüyor.

Üzülerek söylemek gerekiyor ki, ülkemizde su hala, ticari bir ürün ve enerji kaynağı olarak görülmekte.

İşin bir başka boyutu, suya ilişkin riskten sadece insanların etkileneceğini düşünmek, sorunun yeterince doğru değerlendirilmediği anlamına da geliyor.

Tarımsalda hala ülkemizde yer yer damla sulamanın yerine vahşi sulamanın yapıldığı, çoğu alanda hesapsız kitapsız hoyratça kullanımın olduğu ülkemizde su kıtlığı ve suyun kirletilmesi, doğal ekosistemleri de olumsuz etkilemekte ve hatta bazı türlerin tamamen yok olmasına yol açmakta.

WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) tarafından 2012 yılında yayımlanan Yaşayan Gezegen Endeksi’ne göre, 1970 yılından bu yana tatlı su kaynaklarına bağlı olarak yaşayan canlı türlerinin yüzde 37’si yok olmuş durumda. Bu canlıların varlıklarını sürdürebilmeleri için yeterli miktarda ve temiz suyun bulunması ön koşul. Tatlı su ekosistemlerine müdahalenin, hem insanlar, hem de doğal çevre için kaçınılması mümkün olmayan risklerin ortaya çıkması mümkün.

İklim değişikliği, artan nüfus baskısı ve düzensiz yağış rejimi nedeniyle İzmir’in su kaynakları alarm veriyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz günlerde konu ile ilgili bir açıklama yaparak mevcut gidişatın böyle devam etmesi halinde önümüzdeki yıllarda çok ciddi bir su sıkıntısının yaşanabileceğinin altını çiziyor “Her damla su değerli” vurgusuyla acil tasarruf çağrısı yapıyordu. Bu çağrı üzerine yorum yapmayacağım. İşin özü, herkes görev bilinci ve sorumluluğu içinde olmak, mevcut su kaynaklarını tasarruflu kullanmak durumunda.

Ve son tahlilde diyorum ki; Ülke ve İzmir olarak acil gündemimiz, bütün bu olumsuz faktörleri dikkate alarak oluşturacağımız, ana fikri su olan konuda, risklerin devam ettiği bu ortamda, bütün olumsuz faktörlerin ortaya konulması ve buna karşı politikaların geliştirilerek alınan önlemlerin uygulamaya geçirilmesi çok daha acildir diyorum.