Bıçak parası, hastanelerde bir operasyonda, ameliyatı yapan hekim ya da ekibinin, hastadan ayrıca para talep etmesidir.
Bu yıllardır yapılıyor. Özellikle doktorların bir süredir, hem hastane hizmeti, hem de özel muayenehane çalışmasını birlikte yürütmesi engellenince “bıçak parası” talebi kaçınılmaz oldu.
Bunu ben de yaşadım. 23 yıl önce, bir özel hastanede ameliyatı yapacak profesör, yardımcısı aracılığıyla benden bıçak parası istedi. Vereceğimi söyledim. Sonradan almaktan vazgeçtiklerini bildirmelerine rağmen bu parayı verdim.
Ama iki ay sonra profesör, başkalarından da bu parayı isteyince ve hakkında şikayette bulunulunca gazetelere manşet oldu. Kendisi kalp alanında bugün en iyilerinden birisidir. Ama hastanelerde sosyal güvenliği olan hastanın ameliyatını bu kurum karşıladığında o hekime çok cüzi bir para ödüyor. Aynı hekim, bu ameliyatı özel hastanede yapsa çok daha fazla alacak.
Bu konuyla ilgili bir haber geçtiğimiz günlerde medyaya yansıdı, Aydın’da bir profesör, böyle bir talepte bulunduğu için açığa alındı. Sağlık müdürlükleri böyle bir konuda engelleyici tavır takınmıyor, tabipler odası da aynı görüşte. Ama sonuçta hem hekimler teşhir ediliyor, hem de karizmaları çiziliyor.
Konu güçlü bir şekilde yeniden gündeme geldiği için tartışılmalı ve bir çıkış yolu bulunmalı derim. Çıkış yolu, elbette bıçak parasını ayakta tutmak olmamalı, hekimlerimizin kariyerleri de gözetilerek ekonomik yapıları kollanmalıdır.
Su kaçakları önlenmedikten sonra…
Yüksel Çakmur, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na 1989 yılında seçildiğinde soyadını hatırlayamadığım Erol Bey isimli bir mühendisi İZSU’nun başına geçirdi.
Hemen çalışma başlatıldı. Şehre verilen su miktarı ile abonelerden tahsil edilen faturalardaki su miktarının toplamı arasında büyük bir uçurum vardı.
Yüzde 30 kaçak vardı.
Hemen kanserojen olduğu için asbest borular değiştirildi. Patlaklar tespit edildi. Ancak ara hemen kapanmıyordu. Kaçak bağlanmalar da kısmen belirlense de yüzde yüz sonuca ulaşılamadı.
Ama bu bir başlangıçtı. Yapılması gereken önemli bir şeydi.
Ancak zamanla İzmir’in su kaynakları zenginleşince bu hassasiyet dibe vurdu.
Sonuç:
Bugün İzmir’in yüzlerce noktasında borular patlıyor, sular günlerce boşa akıyor, ama İZSU ekipleri bunlara yetişemiyor. Bir yakınım fotoğraflarını gösterdi. 20 gün önce başlayan su akıntısını gelip kesmemişler, suyun biriktiği yerde çim alan oluşmuş.
Bu kaçaklar, su sıkıntısının tavan yaptığı bu günler için çok anlamlıdır. Yüksel Çakmur’un yaptığının benzeri bir araştırma bugün yapılsa, eminim, global su kaçağı miktarı yüzde 20‘lerin altında değildir.
Suya olan ihtiyacımız arttıkça konu daha da bir ciddi hal alıyor.
Cemil Başkan’ın hassasiyetini biliyoruz. Ama susuz da kalmak istemiyoruz.
Biraz da tebessüm
Doktorlar, 1816 yılına kadar, kalp, akciğer ve mideden gelen sesleri çizgi resimde gösterildiği gibi dinlerdi.
Bu, sanki hasta muayene etmenin ayrı bir keyfi var diye algılanırdı.
Hekimlik mesleğinde eğitim süresince edinilen “şekerlenme” yani edinilen alışkanlık böyle konuları gündeme getirmese de Rene Laennec, 1816’da steteskopu icat edince, bazı muzip hekimler kendisine cephe (!) aldılar. Hastanın, midesini, kalbini, akciğerini dokunarak dinlemek varken bu da neyin nesiydi. Sağa sola, karikatürize ettikleri resimlerini asarak “Seni affetmeyeceğiz” dediler.
Fransız hekim Laennec, Fransız kadınlarının yılda iki kere yıkandığını, steteskopu biraz da bundan ilham alarak icat ettiğini anlattığında ise iş işten geçmişti.