Türk basınının amiral gemisini balıkçı kayığına dönüştüren arkadaşın, sahip olduğu mevkii göz ardı ederek mankenlere, sanatçılara sataşıp, sonra da ağzının payını aldığını sosyal medyada üzülerek izliyorum.
Ben, bu arkadaştan çok; şimdiki balıkçı kayığının amiral gemisi olduğu yıllara ait izlenimlerimi aktarmak istiyorum.
Gazeteyi yayınlayan aile, Kıbrıs kökenliydi. Gemiyi de 1 Mayıs 1948’de denize indirdiler. Gazetenin kurucusu 1953 yılında ölünce varis olan iki kardeşten biri 28, diğeri 23 yaşındaydı. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, başsağlığı için gazeteye gelecekti ama onu karşılayacak takım elbiseleri bile yoktu. Çünkü babaları, onları yazı işlerinde değil, klişe atölyesinde çalıştırarak yetiştirmişti. (Bu bilgiyi o patronun anılarından öğreniyorum) Özellikle 1960’lı yıllardan sonra gazete, tarafsız ve ilkeli yayıncılığıyla bir numara oldu. Anayasası olan tek gazete idi. Mesela evlilik dışı ilişkileri özendiren yazı yayınlamıyordu. Necati Zincirkıran, Ferhan Devekuşuoğlu, Nezih Demirkent ve Çetin Emeç gibi bu gazeteye değer katan genel yayın müdürleriyle tanıştım, bazılarıyla çalıştım. Demirkent ile çalıştığım gazeteyi amiral gemisi satın aldıktan sonra 15 gün süreyle revize çalışması için bir odaya kapandık. İçeriye sadece zaman zaman çaycı girebiliyordu. Bir keresinde dönemin Başbakanı Ecevit aradı, “Sonra ararım” diye telefona çıkmadı. Bir keresinde TRT, önceden gazetelerde yayınladığı televizyon yayın akışında bir Türk filminin yerine başkasını yayınlayacağını duyurunca Demirkent, “Bizim yayınladığımız programdaki film gösterilecek” diye tepki göstermiş, dediği de yerine gelmişti.
Gazetenin efsane patronu, çapkın, ince ruhlu, mütevazı bir adamdı. Dönemin gazeteleriyle hükümet arasındaki anlaşmazlıkların çok olduğu Özal döneminde o patron devreye girer, mağduriyetleri önlerdi. 1971’de çalıştığım gazete sıkı yönetim tarafından 15 gün kapatılmış, o patron devreye girerek süre 5 güne indirilmişti.
O gazetede çalışmak bir gurur aracıydı aynı zamanda. “Amiral gemisi yazıyorsa doğrudur” inancı vardı insanlarda. Demirel’i keşfedip parlatan ve siyasetin zirvesine taşıyan gazete oydu. Özal’ın bezdirdiği gazete de oydu. O efsane patron, yaşamında kendi imzasıyla iki yazı yayınlamıştı. Birincisi Adile Naşit’in ölümü, diğeri de Özal’ın siyasi şımarıklıkları. Zaten kısa süre sonra da gazeteyi başka bir patrona satmıştı.
Böyle bir gemide kaptanlık herkese nasip olmaz. Bunu bugün görüyoruz.
Askerlik anıları, erkeğin hazinesidir
Dünyanın hiçbir ülkesinin insanında böylesine benimsenmiş, hazineye dönüştürülmüş milli bir duygu yoktur. Cihat neferlerinin bile erişemeyeceği yüceliktir bu.
Asker tıraşı ile başlar, eğitim, patates soyma, koğuş nöbeti, mıntıka temizliği, çavuş dayağı, içtima, atış talimi diye sürüp gider, teskere ile son bulur. Kısa bir aradan sonra da askerlik anılarıyla devam eder.
Askerlik Sarıkamış’ta yapılsa bile bir Mersinli askerin “torpil”le tanışıklığı olur. Hele tatbikata katılma şansı yakalanmışsa sanırsınız Mercidabık Seferi’nden dönüyordur. Heybetli heybetli anlatır. En çok öğündüğü de tabur komutanını 2 kilometre öteden görmüş olmasıdır.
Askerlik anılarına, “çeşni katmak” usuldendir. Katmazsanız, ne kadar ısrarlı anlatsanız da dinleyeniniz olmaz.
Ne yazık ki, giderek bu anılar, askerlik süresinin kısalığına paralel olarak eski tadını bulamıyor. İki ay askerlik yapan genç ne anlatsın ki:
“Sülüsü aldım, birliğe teslim ettim, bize yatacak yer gösterdiler, yattık, içtima yaptık. Patatesleri siviller doğruyordu. Sonra baktık askerlik bitmiş, teskere aldık, geldik.”
Bu anlatımda; askerlikte edinilen büyük arkadaşlıklar yok, hele çeşni katacak hiçbir malzeme yok.
Hep diyoruz ya; dünya değişiyor, savaşlar da öyle… Kırıkkale yapımı tüfekler, su mataraları, kasaturalar yok. Şimdi her şey elektronik.
Onun için askerlik anılarını anlatabilenlerin sahip oldukları hazine küçümsenemez. Keşke savaşsız bir dünyada yaşasak da anlatacak böylesine hiçbir anımız olmasa.
Aklımız alsa keşke
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ‘ihdas’ edildiğinden bu yana inadına ormanları yaktık, denizleri kirlettik, gölleri, dereleri kuruttuk, çöplerimizi dağ ettik.
Çevre ve şehircilik bir yana, iklimi değiştireceğimize bozduk.
Bir de Allah’ın işine karışıp (!) İklim Değişikliği Bakanlığı kurduk.
Bunun bir muhasebesini yapalım. Bizler, toplum olarak sorumluluğumuzu yerine getirdik de mi, iklimde böyle bir ihtiyaç doğdu?
Elbette hayır.
Geçirdiğimiz berbat yaz, bir şeylerin işareti ve mesajı olarak algılanmadıkça, 20 yeni bakanlık kursak, sonuç alamayız.
İki kere iki dört…