Salgın hastalıklar, insanlığın kırılganlığını yeniden hatırlatan birer dönemeç olmayı günümüzde bile sürdürmektedir. Modern dünyanın karmaşık yapısı içinde dahi bu tür felaketlerin, yalnızca sağlık sistemlerini değil, kolektif bilincimizi, akli, fiziki ve ruhani alışkanlıklarımızı ve önceliklerimizi nasıl şekillendirdiğini geçtiğimiz yıllarda yakından gözlemledik. Bu durum, tarih boyunca toplumları sarsan benzer olayları daha iyi anlamak için bizlere bazı yeni anlayış kapıları sağlamış olabilir: Çünkü felaketler yalnızca ölümler ve sayılarla değil, inançlarla, anlatılarla ve hafızamızla var olurlar, korku tohumlarının zamanla içgüdüsel ve bilinçaltı bağlamlarında kök salmalarıyla ise aktarılırlar.
Kara Veba (Kara Ölüm) da, bu tür bir dönüm noktasıydı: 1346 civarı ile 1353 yılları arasında Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını yok eden bu hastalık, yüzyıllar boyunca tekrarlayan dalgalarıyla toplumların hafızasında karanlık bir iz bıraktı. Salgına ve salgının kökenine dair anlatılar uzun süre boyunca hastalığın nedenini farklı kaynaklara ithaf etti, mitolojik unsurlara bağladı veya insanüstü konseptler suçlandı, ancak efsaneleşmiş veya şairane eserler haricinde sistematik çalışmalar süregelmedi. Daha önceki bir makalede bahsettiğimiz gibi, Halep’te İbnü’l Verdî tarafından yazılmış bir kafiyeli nesir örneği, hastalığı Çin’den gelen bir gezgin olarak kişileştirmiş ve bu yaratıcı anlatım asırlar boyunca neredeyse tarihsel veri gibi kabul edilmişti. Oysa bu ve benzer metinlerin amacının güzergâh kaydı tutmak değil, bir felaketi anlamlandırma çabası olarak görülmesi gereken, insanın anlam arama ve suçlu ya da hedef göstererek psikolojik bir mücadele verme örneği olarak ele alınmış olması gereken birer çalışma olduğu çıkarımına yeni analizlerce varılmıştı.
Şimdi ise tartışmaya farklı bir boyut ekleniyor. Güncel bir çalışma, Kara Veba’nın Avrupa’ya ulaşmasında beklenmedik bir tetikleyicinin, bir volkanik patlamanın, rol oynamış olabileceğini öne sürüyor. Pek çok farklı konumda incelenen ağaç yaş halkaları, buz çekirdeği örnekleri ve 14. yüzyıl kayıtları birlikte değerlendirildiğinde, 1345 civarında tropik bölgelerde yaşanmış büyük bir volkanik patlamanın Avrupa iklimini aniden soğuttuğu sonucuna varılıyor. Soğuma ve yağış rejimindeki değişimin, Güney Avrupa’da geniş ölçekli ürün kayıplarına ve kıtlığa yol açmış olabileceği tahmin ediliyor.
Bu kıtlık ortamında ise dönemin ticaret devleri Venedik ve Ceneviz, Avrupa’nın Doğusu ile yürüttükleri siyasi çatışmaları geçici olarak durdurup Karadeniz çevresinden tahıl almaya yönelmiş gibi gözüküyor. Tam da bu noktada yeni bir hipotez devreye giriyor: Bu tahıl sevkiyatları, açlık krizini engelleyecek ürünleri Avrupa halklarına ulaştırmış ancak aynı zamanda vebanın ilk taşıyıcılarını, yani enfekte olmuş pireleri de Avrupa şehirlerine getirmiş olabilir. Geçtiğimiz yıllarda Kırgızistan’da 1338-1339 yıllarına tarihlenen mezarlarda bulunan Yersinia pestis izlerinin, vebanın Orta Asya kökenli olabileceğine dair kuvvetli kanıtlar sağlamış olduğunu ve İpek Yolu merkezli klasik anlatıya alternatif bir yayılma sunduğundan söz etmiştik. Orta Asya’dan Karadeniz Havzasına ulaşması, dönemin şartlarında oldukça olası olan ürünler ve dolaylı Kara Veba taşıyıcıları, Akdeniz ve Avrupa kültürlerine gönderilen ürünlerin yaratabileceği etkiler hakkında çarpıcı bir tablo çiziyor. Tahıl veya benzer ürünlerin varış tarihlerinin, Avrupa’daki ilk salgın vakalarıyla neredeyse birebir örtüşmesi, bu olasılığı güçlendiriyor.
Böylece bilinen insanlık tarihindeki en büyük felaketlerden biri, yalnızca bir bakterinin değil, iklim değişikliğinin, siyasi zorunlulukların, ekonomik mecburiyetlerin ve insan doğasının ortak bir kesişimi olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Dünya’nın farklı bir noktasında yaşanan bir volkanik aktivitenin, Avrupa iklimi üzerindeki etkisinin ticari, politik ve ekonomik durumları etkileyişinden doğan bu durum, her olay ve aksiyonun bütünde birbirine bağlı olduğunu anımsatıyor.
Bugün geçmişe baktığımızda gördüğümüz şey yalnızca bir hastalık olarak kalmıyor: Bu tür araştırmalar, salgın felaketlerinin yalnızca biyolojik değil, psikolojik, kültürel ve sembolik yankıları olduğunu da gösteriyor. Kara Veba’nın rotası kadar, insanların bu rotayı nasıl anlamlandırdığı da tarihin ve benliğimizin bir parçası olmayı sürdürüyor.