Nerede o eski savaşlar:
“Dikkat! Süngü tak. Hücuuuum!”
“Allah Allah…”
Savaşların bir disiplini, bir ahlakı vardı.
Mesela sivil halka zarar verilmez, esirlerin canına kıyılmazdı.
Bugün öyle mi?
Adam, klimalı ortamda oturuyor. Önünde neskafesi. Bilgisayara koordinatları yüklüyor, neskafesinden bir yudum alıp düğmeye basıyor.
Füze yallah karşı tarafa.
Yolculuk uzun ama adamın umurunda değil. Bir kola içiyor, ardından açık bir çay. Son olarak sodasını da içtikten sonra sistemi kapıyor.
Çünkü ne oldu, ne bitti; nasıl bilsin. Ertesi gün rakip ülkenin medyasından takip ediyor o füzelerin ne halt ettiğini.
Şimdiki savaş böyle bir şey. Uzun sürmüyor. Beş iş günü yetiyor da artıyor bile. Cumartesi pazara iş kalmıyor.
Birinci Dünya Savaşı 5 yıl, İkinci Dünya Savaşı altı yıl sürmüştü. Bir de 100 Savaşları vardı ama bugün öyle değil. Beş günlük mesai yetiyor.
Hedefte insandan çok bina, tesis falan var. Yani savaşlar artık insan öldürme üzerine planlanmıyor. Devasa binalar yerle bir oluyor, stratejik tesisler havaya uçuyor.
Hepsi bu.
Savaşan insan değil. Yani milliyetçi, biraz da cihatçı figürler yok ortada. Yarı insan yarı insan olmayan bir takım yaratıklar, stres atmak için ‘savaşıyor’.
Yarı insan yarı insan olmayanların bu oyununu izleyen biz insanlar da milliyetçi duygulara bürünüyor ve ister istemez taraf tutuyor, kıyamet senaryolarını bir film kurgusu gibi yorumlayıp kafamızı buluyoruz.
Fiyakalı şehirlerde görev yapmak
Eskiden Çeşme, Bodrum, Didim, Alaçatı, Marmaris gibi yörelerde kamu hizmetinde bulunmak ‘keyif alabilmek’ adına cazipti.
Bu şansı yakalayanlar, hem iş hem tatil moduna girer, gerisini düşünmezdi. Çünkü bakkal, lokanta, fırın bilumum esnaf, memur arkadaşın geldiği şehirdeki fiyatları uygular, ev sahibi “Kiracı buldum ya” sevinciyle kıytırık bir rakama razı olurdu.
O günler geride kaldı.
Şimdi memur, böyle şehirlere görevlendirmeyi “Sürgün” diye nitelendiriyor, Resmen isyan ediyor.
Maaş, öncelikle kirada eriyor. Geriye kalan da boğaza yetmiyor. Çünkü oturduğu evin altındaki mekan, bir lahmacunu bin liraya satıyor. Çocuklar külahta dondurma istese her biri 250 lira.
Varlık içinde yokluk. Ya da yokluk içinde varlık gibi bir tablo çıkıyor ortaya ve artık bu şehirlerde görev yapmak için gözü karartmak gerekiyor.
Benzerini Dışişleri Bakanlığı da yaşıyor ama o bakanlık, her ülkenin ekonomik potansiyeline göre hareket ederek diplomatını koruyor.
Burada da benzer uygulama yapmak gerekecek gibi.
Ama ne zaman; belli değil.
Bir memur sendikası yöneticisi dostum, böyle bir tablonun daha vahiminin büyük ve pahalı kentler için de söz konusu olduğunu ve pek çok memurun, ‘yolunu bulup’ daha çok ailesinin oturduğu köy ya da kasabaya tayinini yaptırdığını söylüyor ve “Bu arkadaşlarımız da en çok kira konusunda zorlanıyorlar. Devlet, lojman uygulamasını giderek kısıyor. Böyle durumlarda mesela İzmir’de merkezi bir yerleşim bölgesinde ev tutan memurun, aylığının dörtte üçünü kiraya vermek zorunda bırakıldığını görüyoruz.” diyor.
Cemil Başkan puan topluyor
Cemil Tugay’ın grev sürecindeki duruşu, aşırı sol çevrelerin keyfini kaçırsa da Başkan, her geçen gün puan topluyor.
Burada işçi çıkarma konusundaki ısrarından değil, onu yaratan temelindeki nedenlerin üstüne gitmesi halkın hoşuna gidiyor.
Fırsat eşitliğini rafa kaldıran toplu iş sözleşmeleri, hatırlı satırlı işe yerleştirmeler ve sonuçta krize sürüklenen bir tablo.
Temel nedenlerin çözümü belki bu işçi çıkarmalarını da minimize edebilecek. Aslolan çalışanla çalışmayanın tespiti. Yani hakkaniyet.
Partisinden destek almaması puanına bir artı ekliyor, onu da söyleyeyim.