Belki mesleğin yeknesak geçmesini istemeyenlerin dileğidir bu ama yaşanan heyecanları, tedirginlikleri hesaba katarsak ortaya böyle iyimser bir tablo çıkmıyor.
27 Mayıs İhtilali’nden sonra 12 Mart’ta da bir darbe girişimi yaşanmıştı. 12 Mart Askeri Muhtırası, Türkiye’de bir garip geleneği sürdürme hezeyanına kapılanların huylarından vazgeçmeyişiydi.
Muhtıra sonrası Türkiye, diğerlerinden çok farklı biçimde sıkı bir ara rejim süreci yaşadı. Basın, bundan en çok etkilenen sektörlerin başında geliyordu. Sıkıyönetim komutanları ve ekibi, acımasız örnekler sergiliyor, herkes bir an önce demokratik düzene geçilmesini istiyordu. Ama sıkça değişen hükumetler, çatışmalar, infazlar basını da çok yoruyordu.
O yıl, İzmir’de Sıkıyönetim Komutanı Koramiral Cemal Süel, basınla ilişkileri maiyetindeki Haluk Albay isimli bir subaya bırakmıştı.
Daha sonra Yeni Karamürsel’de Satış Bölümü’nde çalışmaya başlayan Koramiral Süel, Haluk Albay’ı yetkilerle donatmıştı ve nedense içinde biriktirdiği gazeteci düşmanlığını bu subay vasıtasıyla gösteriyordu.
Haluk Albay, gazetelerin sorumlu müdürlerini sıkça Güney Deniz Saha Komutanlığı’na çağırır, burada hepimize hakaret yağdırarak keyiflenirdi. Bununla yetinmeyen albay, bize nelerin yazılacağını, nelerin yazılmayacağını da söylerdi ve o yıllarda Ege Ekspres’in eki olan Sarmaşık’ın Sorumlu Müdürü olduğumdan bana da; eşinin sıkça Fatma Girik ve Türkan Şoray’dan bahsetmemi eleştirdiğini, biraz da Filiz Akın’dan bahsetmemi ‘emretmişti’.
Sıkıntılıydık, bir şey yapamıyorduk.
Akdeniz Oyunları’nda Türk kız atletle Yunanlı erkek atletin bir birlerine aşık oldukları haberini yayınladık diye gazeteyi 10 gün kapadılar. Yaşlı başlı sürücülerden askerliğini yaptığına dair belge isteyenler de vardı ve kafaları estiğinde böyle bir belgeyi sunamayanları gözaltına alabiliyorlardı.
Bir gazeteci arkadaşımıza mahut albayın, makam odasındaki halıyı yalatarak temizlettiğini anlatıyor, bunu yaparken de gururlandığını göstermeden edemiyordu.
68 Kuşağı olmakla övünen bir arkadaşımızı sıkı yönetim komutanlığı resmi yazısıyla gazete yazı işleri müdürlüğünden çıkarmak zorunda kaldı. Sebep; eski makalelerinde solu öven yazılar yazmış olması.
Bu dönemde aşırı sol veya aşırı sağ eğilimli çok gazeteci arkadaşımız, endişelerini yenemeyip yurt dışına kaçtılar, izlerini yok ettiler. Kalıp inat edenlerimizden çoğunun saçları erken ağarmaya başladı, kısacası yaşlandık.
Ara rejimler, demokrasiyi rafa kaldırmaktan çok, onu tahrip eden birer örnektir Türkiye için.
Ayrıca artısı olmayan ama geleneğini oluşturduğumuz kadersizliktir her biri.
Yüzbaşı Şerafettin’in hakkını yemek
Bu münafıklar, her devirde sahneye çıkıyor. Önce “Yunan’a ilk kurşunu Hasan Tahsin atmadı” dediler, yalan yanlış bilgilerle kafaları karıştırdılar.
1922’de çıkan İzmir’deki büyük yangını Türklere yüklediler.
Yedikleri önemli haltlardan biri de 9 Eylül’de Valilik Konağı’nda göndere Türk bayrağını kimin çektiği ile ilgili. Gerçeği bildikleri halde hep başka isimleri savundular. Devletin kurumu TRT’de bile Türk Bayrağını ilk çekenin Prof. Dr. Türkan Akyol’un babası olduğu iddia edildi. Cumhuriyet Gazetesi’nin ana baskısında yine böyle bir iddia yer alırken Ege ekinde Hakan Dirik’in, Yüzbaşı Şerafettin’i öven bir yazısı yayınlanıyordu.
Yüzbaşı Şerafettin’in kim olduğunu Atatürk de İnönü de, Genel Kurmay da Muharip Gaziler dernekleri de çok iyi biliyordu ama bilinmeyen bir refleks, pek çok çevreleri, bu önemli kahramanı yok sayma noktasına getirmişti.
Kızı Gönül Manioğlu’nun dilinde tüy bitmişti gerçekleri anlatmak için. Ama TRT bir yandan, gazeteler bir yandan inat ediyordu.
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap tarihi Enstitüsü Başkanı değerli dostum Prof. Dr. Kemal Arı, bu uğurda en az Gönül Hanım kadar ter dökenlerden. Önce belirteyim; Profesör Arı’nın üniversitedeki makam odasında Yüzbaşı Şerafettin’in büyük boy bir portresi vardı. Arı; gezdi, dolaştı, ilgili kimi bulduysa konuştu ve “İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin-Üçüncü Kılıç” adlı kitabı yazdı. Üçünü Kılıç, Buhara Cumhuriyeti’nin Atatürk ve İnönü’den sonra kendisine verdiği kılıcı ifade ediyordu. Bu kılıcı teslim alan Gönül Manioğlu, İzmir’de kurulması düşünülen İnkılap Müzesi için İstanbul Valiliği’ne teslim etti ve emanet kayboldu. Bu üçüncü kılıç bile, Yüzbaşı Şerafettin’in kim olduğu gerçeğini kilometrelerce öteden öğrenen bir Türk devletinin güvenini kanıtlıyordu.
Tarihi gerçeklerden uzaklaşarak, şanlı geçmişimizi gölgelemeye kimsenin hakkı yoktur.
Bir bilgi daha aktarayım.
9 Eylül günü bayrak çekilişi sırasında çekilen bir fotoğraf yoktur. Fotoğraf diye servis edilen ise sonraları Yüzbaşı Şerafettin ve beraberindeki arkadaşlarının yani Teğmen Ali Rıza, Teğmen Hamdi Türkeri ve Diyarbakırlı Çavuş Mehmet Reşit’le, vilayeti ziyaretlerinde çektirdikleri hatıra fotoğrafıdır. Çünkü kahramanımız, İzmir’e girdiğinde Kordon’da bir adam üzerine bomba atar, atın bacakları kırılır, Yüzbaşı Şerafettin de omuzundan yaralanır. Akan kanına rağmen başka ata binerek Konak’a ulaşır, bir kadın elle yaptığı Türk bayrağını verir oradakilere. Yüzbaşı, önce gönderdeki Yunan bayrağını indirir, sonra öptüğü şanlı bayrağımızı çeker. Üstleri başları perişandır, kanlar içindedir. Sıkça servis edilen o fotoğrafta görüldüğü gibi hiç birinin kıyafeti pırıl pırıl değildir. Savaşın etkilerini taşıyan bir görüntüsü vardır.
Satmak kolay
İzmir’de belediyeyi gayrimenkul açısından zenginleştiren ilk belediye başkanı Rauf Onursal’dır.
Namı diğer ‘Efe Rauf’
Başkanlığa geldiği 1950 yılından itibaren gerek takas yoluyla, gerek edinerek, gerekse var olan alanlara, kentin ihtiyacına uygun yapılar kuran, bunların bir kısmını kiralayıp belediye bütçesine katkı sunan Onursal’ı uzun bir aradan sonra örnek alan kişi olarak, önceki Bornova Belediye Başkanı Dr. Mustafa İduğ’u görüyoruz. İduğ, görev süresinde 50’ye yakın taşınmazı belediyeye kazandırmış, tapularını da ana binanın camekanında teşhir etmişti. Meclis toplantılarını izleyenler; şimdiki Başkan Ömer Eşki’nin aksine, her oturumda birkaç taşınmazın satış kararını aldırdığını, İduğ’un kazandırdığı onca yapının, birkaç ay sonra tümüyle elden çıkabileceğini anlatıyor.
Göreceğiz.