“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın bir şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ 36)

Bir şey hakkında konuştuğun zaman o konuştuğun şeyi belgelendirmen lazım. Yoksa haksızlığa düşersin ve pişman olursun ama iş işten geçmiş olur.

“Hakkında bilgin olmayan alanlarda konuşma”: Bir konu hakkında yeterli bilgiye sahip değilken, o konuda kesin konuşmak asla doğru değildir. Çünkü sen bu konuda tam bir bilgi sahibi olmadığından bu hem yanlış yönlendirmeye hem de fitneye, fesada, gerginliğe, düşmanlığa, karmaşıklığa ve bir felakete sebep olabilir.

“Görmediğin, duymadığın, bilmediğin konulara sakın takılıp insanlara iftira etme”: İnsanlar hakkında duyumlara, söylentilere dayanarak olumsuz konuşmak veya yargıya varmak iftiraya girer. Bu iftira hem ahlaken hem dinen hem vicdanen büyük bir günahtır. Çünkü kul hakkına girmiş olursun. Kul hakkı çok mühimdir.
Allah’ın sana büyük bir emanet olarak vermiş olduğu;

“Kulak, göz, gönül ve akıl bunların her biri yaptıklarından sorumludur.”: Mes’uldür. İnsan duyduklarını, gördüklerini ve düşündüklerini nasıl kullandığından, nerelerde, nasıl ve nerelerde kullandığından sorumludur.

Yani bilgi edinme yollarımız (duyu organlarımız ve aklımız) bize emanettir; onları yanlış kullanmak da bir vebaldir.
Ve bu vebalin altından kalkamazsın.
Allah bir şeyi sorgulamadan inanmayı, delilsiz konuşmayı ve iftirayı yasaklar;
buna karşılık doğruluk, araştırma, adalet ve sorumluluk bilincini teşvik eder.

Bu âyet-i kerîme, insanın bilmediği bir konuda söz söylemesini, hüküm vermesini, bilgisizce davranmasını, bilmediği, tanımadığı kimseler hakkında ileri-geri konuşmasını, daha hususi olarak yalancı şahitlik yapmasını, iftira atmasını, hâsılı bilgi sahibi olmaksızın tahmine göre, bana göre, bence herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol açacak şekilde konuşmasını ve hareket etmesini yasaklamaktadır. İnsan ancak şu üç vasıta sayesinde bilgi sahibi olabilir. Bunlar kulak, göz ve kalptir. Bunları yaratıldıkları gaye istikâmetinde ve o doğrultuda en güzel şekilde kullanmak insanın en mühim sorumluluklarından, vazifelerinden biridir.

Çünkü Allah Teâlâ, hesap günü insana bu azalarını nasıl kullandığını soracağı gibi, bu azalar da dünyada neler yaptıklarından sorguya çekileceklerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şahitlik eder.” (Yâsîn 65)
Demek ki senin azaların senin hakkında şahitlik yapacaklardır. Yani kaçamağı yok.

“Nihayet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şahitlik edecekler.” (Fussılet 20)

Bakınız, Hucurât Suresi’nde ne buyuruluyor. Dikkat edelim ve ona göre kendimize çeki düzen verelim:

“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 6)

Verilen bir haber, o haberi verenin ahlâkî durumuna göre önem kazanır. Haberi getiren şahıs, olayı bizzat gören, duyan, sözüne güvenilir, dürüst bir kişi ise ona itimat edilir. Aksine o, sözüne güvenilmez, yalancı ve ahlâksız biri ise getirdiği haber iyice araştırılmadan itimada layık görülmez. Çünkü getirilen haberlere binaen verilecek kararlar doğru olursa, bunların uygulanmasından fert ve cemiyet fayda görür. Aksi halde yanlış kararlar verip fert ve toplumu sıkıntıya sokacak, hatta felakete sürükleyecek kötü bir durum da ortaya çıkabilir. İşte âyet-i kerîme mü’minleri bu hususta uyarmakta ve dikkatli olmaya çağırmakta ve davet etmektedir.

Nitekim âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak rivayet edilen şu hadise, gerçeği anlama açısından bize ışık tutmaktadır:

Resûlullah (s.a.s.), İslâm’ı yeni kabul etmiş bulunan Benî Mustalik kabilesine, zekâtlarını tahsil etmesi için Velîd b. Ukbe’yi göndermişti. Velîd bin Ukbe oraya gitmek üzere yola çıktı. Fakat aralarında daha önceden var olan bir husumetten ve düşmanlıktan dolayı onlardan korktuğu için geri döndü. Ve aynı zamanda Peygamberimiz (s.a.s.)’e onların zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyledi.
Bu haberi duyan Allah Resûlü (s.a.s.) öfkelendi ve onları cezalandırmak maksadıyla bir ordu göndermeye niyetlendi.

Fakat tam bu esnada, Benî Mustalik kabilesinin reisi, Hz. Cüveyriye validemizin babası Hâris b. Dırâr, yanında bir heyetle Resûlullah (s.a.s.)’e geldi ve: “Allah’a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velîd’i hiç görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız.” dedi.
Bu hâdise üzerine söz konusu âyet nâzil oldu.

Bu âyet-i kerîme uyarınca, hakkında vakıf olmadığımız sürece yalana kalkışmamalıyız.