Bir sabah uyanırsınız ve her şey yerle bir olmuştur. Eviniz, sokağınız, anılarınız… Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede yaşıyorsanız, bu cümleler yalnızca birer senaryo değil, gerçeğin ta kendisi olabilir. Hele ki fay hatlarının üzerinde yükselen bir şehirde, İzmir’de yaşıyorsanız, bu olasılık hep bir adım yakınınızda durur.

1999 Marmara depreminden bu yana 26 yıl geçti. O gün kaybettiğimiz binlerce insanın ardından, “Bir daha asla” dedik. Ama sonra ne yaptık? Ne kadar değiştirdik kentlerimizi? Ne kadar dönüştürdük yapılarımızı? İzmir için bu soruları yüksek sesle sormanın zamanı geldi de geçiyor. 2020’de yaşadığımız Seferihisar merkezli depremin ardından yaşanan yıkım, İzmir’in ne yazık ki kırılgan zeminini ve yapı stokundaki zafiyetleri açıkça gözler önüne serdi. Birçok yapı, depreme dayanıklı olmadığı halde yıllarca içinde yaşanmış evlerdi. Depremin ardından bazı adımlar atıldı, evet. Kentsel dönüşüm projeleri hız kazandı, riskli yapılar yavaş da olsa tespit edilmeye başlandı. Ancak bu adımlar ne yazık ki hem zamana yayıldı hem de bütüncül bir planla desteklenmedi. İzmir'in birçok ilçesi, özellikle Bayraklı, Karşıyaka, Bornova ve Buca gibi yoğun nüfuslu bölgeler, hem zeminsel açıdan hem de yapıların yaşı ve niteliği açısından ciddi risk taşıyor. Uzmanların defalarca uyardığı bu bölgelerde hâlâ çok katlı, eski binalarda yaşam sürüyor. Deprem çantaları hazırlamak, çocuklara “çök-kapan-tutun” öğretmek önemli, ama yetmez. Bizim asıl yapmamız gereken, sağlam binalarda yaşamayı sağlamak.

Yerel yönetimler kısıtlı kaynaklarla, merkezi hükümet ise çoğu zaman siyasi tartışmaların gölgesinde kalmış uygulamalarla çözüm üretmeye çalışıyor. Oysa mesele, siyaset üstü. Mesele, can güvenliği. Ve mesele, hızla yaklaşan bir tehlikeye karşı ne kadar hazır olduğumuz… Peki, biz yani İzmirliler ne yapabiliriz? Öncelikle yaşadığımız binayı sorgulamalıyız. Risk tespiti yaptırmalı, gerekiyorsa güçlendirme yollarını araştırmalı, gerekirse taşınmalıyız. Komşularımızla, mahalle muhtarlarımızla, yerel yöneticilerle iletişim içinde olmalıyız. Unutmayalım, bu kent bizim. Onu depreme hazırlıklı hale getirmek de bizim elimizde.

Ancak tüm bunları biliyor olmamıza rağmen mevcut ekonomik koşullar nedeniyle ya binaların dönüşümünü erteliyor ya da daha güvenli bir yere taşınamıyoruz. Çünkü böyle zamanlarda görüyoruz ki fırsatçılık da artışa geçiyor. Artan kiralar, ev sahibi kiracı anlaşmazlıkları, elimizi kolumuzu bağlıyor. Elimizde avucumuzda ne varsa ki şu sıralar görüyoruz ki hiçbir şeyimiz yok, hepsi de böyle bir afette öylece yok olup gidiyor. Yapılması gereken artık siyasi tartışmalardan ziyade harekete geçerek çözüm aramak ve çözüm üretmek. Afetler siyaset üstü bir meseledir, ancak bizim ülkemizde görüyoruz ki her şey aslında siyasete endeksli. Bu noktada vatandaş olarak yapmamız gereken en uygulanabilir senaryo kendi canımızı koruyabilecek alternatif yollar bulmak. Hayat üçgenini hafife almamak, deprem anında sakin kalmaya çalışmak ve deprem çantası gibi önemli hazırlıkları yapmak. Deprem bölgesi olan İzmir’de yaşayan vatandaşlar olarak da gerek 1999 depremini gerekse 6 Şubat depremlerini örnek alarak, kendi önlemlerimizi almak zorundayız. Çocuklarımıza da kendimize de bilinç aşılamak, afet anında sakin kalma çalışmaları yapmak ve gerekli mercileri önlemleri artırmak adına zorlamak bizim görevimiz.

Unutmayalım, bir deprem aniden gelir. Ne zaman, nerede, hangi şiddette olacağını bilmeyiz. Ama bildiğimiz bir şey var: Hazırlıklı olmak. Çünkü hazırlıklı olmak hayat kurtarır.