Türkiye’nin uzun süredir yüzleştiği en büyük sorunlardan biri, sessizce ilerleyen ama etkisiyle herkesi derinden sarsan su krizi. Artık kuraklık kavramı sadece Güneydoğu Anadolu’nun veya İç Anadolu’nun sorunu değil; her köşede kendini hissettiren, şehir hayatının ortasında bile kapımızı çalan bir gerçeklik. Ne yazık ki bu tablo içinde İzmir de istisna değil.
Barajlardaki doluluk oranları her geçen yıl biraz daha düşüyor. Yağış rejimi bozulmuş, yaz ayları uzamış, kış ayları neredeyse bahara dönüşmüş durumda. Küresel iklim kriziyle birleşen plansız kentleşme, hızlı nüfus artışı ve tarımsal sulamadaki yanlış yöntemler İzmir’i ciddi bir su darboğazına sürüklüyor. Bugün çeşmeden akan suyun değerini belki tam anlamıyla kavrayamıyoruz; ama birkaç yıl sonra musluğun başında boş yere bekleyen milyonlarca insanı konuşmamız işten bile değil.
İzmir, deniziyle anılan, bir liman kenti. Ancak deniz kıyısında olmak, suya erişim anlamına gelmiyor. Kentin barajları alarm veriyor, yeraltı suları hızla tükeniyor. Oysa Gediz ve Küçük Menderes havzaları yıllardır yanlış kullanımlar nedeniyle büyük yara aldı. Sanayi atıkları, tarımsal ilaçlar ve kontrolsüz sulama, sadece suyun miktarını değil kalitesini de düşürdü.
Peki çözüm? Öncelikle farkındalık. Susuzluğun bir gelecek tehdidi olmadığını, bugünün meselesi olduğunu anlamak zorundayız. Evlerde, iş yerlerinde, tarlalarda… Kısacası hayatın her alanında suyu dikkatle kullanmak, israfı önlemek temel sorumluluğumuz. Belediyeler ve devlet kurumları da artık günübirlik çözümler yerine uzun vadeli politikalar üretmeli. Arıtma tesislerinin kapasitesi artırılmalı, tarımda damla sulama teşvik edilmeli, kent içinde yağmur suyu hasadı zorunlu hale getirilmeli.
İzmirli bir yurttaş olarak en büyük kaygım, güzel kentimizin “susuzlukla anılan bir şehir” haline gelmesi. Çocuklarımızın gelecekte bir bardak temiz suya ulaşmak için mücadele etmesini istemiyorsak, bugünden harekete geçmek zorundayız. Çünkü suyun alternatifi yok. Ve kaybettiğimizde yerine koyacak başka bir şeyimiz de yok.