Bazı kitaplar vardır, kapağını açmadan bile insanın omzuna ağırlığı çöker. Raflarda kalın ciltleriyle duran, sayfa sayısıyla göz korkutan o romanlar… “Bir gün okuyacağım,” denir ama o gün bir türlü gelmez. Anna Karenina da işte onlardan biridir. Fakat bu uzunluğun bir tesadüf olmadığını biliyor muydunuz?
19. yüzyıl Rusya’sında yazarlık, bugünkü anlamda bir “geçim kaynağı”ydı. Yazarlar romanlarını, gazete ve dergilerde parça parça, yani tefrika hâlinde yayımlar, her bölüm için ücret alırlardı. Dolayısıyla hikâyenin uzaması, kazancın da artması demekti. Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev gibi büyük kalemlerin eserlerindeki uzun soluklu anlatım biraz da dönemin ekonomik gerçeğinden doğdu. Her hafta gazetenin köşesinde yeni bir bölümle okura ulaşmak, o dönemin en etkili edebiyat mecrasıydı.
Ama sadece geçim meselesi değil, bir bakıma Rus edebiyatının ruhu da bu uzunluğu hak ediyordu. O romanlarda karakterler acele etmez, duygular olgunlaşmadan anlatılmaz, bir bakışın anlamı birkaç sayfada çözülür. Toplumsal yapının, inancın, ahlakın, hatta mevsimlerin bile romana yön verdiği bir dönemdi. Tolstoy için bir hayat, birkaç yüz sayfaya sığamayacak kadar derindi. O yüzden her karakterin iç dünyası kat kat açılır, her cümlenin altından başka bir duygu çıkar.
Bugün belki elimizde telefon, aklımızda bildirim varken uzun romanlar bize fazla gelir; ama o sayfalar, bir dönemin hem edebiyat biçimini hem yaşam temposunu yansıtır. Okur sabırlıydı, yazar detaycıydı, hayat daha yavaştı.
Ve Anna Karenina...
Tolstoy’un o muhteşem, trajik kadını… Aşkı uğruna toplumla, gelenekle, hatta kendisiyle savaşan bir kadının hikâyesi. Tren istasyonunda başlayan o tanışma, bir ülkenin ahlak anlayışını sorgulatacak kadar güçlü bir fırtınaya dönüşür. “Mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu ise kendine göredir,” diye açılır roman. O ilk cümle, aslında insanın iç dünyasına vurulan bir kazmadır.
Anna Karenina sadece bir yasak aşk romanı değildir; vicdanın, özgürlüğün ve toplum baskısının iç içe geçtiği bir ayna gibidir. Sayfalar ilerledikçe o aynada kendi yansısını görür insan. Belki de o yüzden, her okur Anna’ya biraz kızar ama ondan kopamaz.
Belki bir gün siz de o kalın kitabı elinize alır, bir tren düdüğünün yankısında Anna’nın hikâyesine adım atarsınız. Ve fark edersiniz ki, uzun romanların uzunluğu, aslında hayatın kendisidir.