Son zamanlarda çok konuşulan “Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki’de Yemek İstiyorum” kitabını okudum. Açıkçası, adından da anlaşılacağı gibi, hem merak, hem de bir miktar hüzünle başladım okumaya. Kitap, bir kadının depresyon sürecinde bir psikiyatristle yaptığı diyaloglardan oluşuyor. Tiyatro metni okur gibi, bir sahnenin içinde gibiyiz: bir yanda genç bir kadın, diğer yanda sakin bir doktor. Anlatım sade, sürükleyici, kimi yerde dokunaklı. Ancak bu anlatımın içindeki samimiyetin, zaman zaman gerçekliğin önüne geçtiğini düşündüm.

Yazar, kendi yaşadığı psikolojik süreci hikayeleştirerek anlatıyor. Bu haliyle de kitabın birçok okurda duygusal bir bağ kurduğunu tahmin etmek zor değil. Ancak benim aklıma takılan bir başka nokta var: Bu tür kişisel deneyimlerin “psikoloji kitabı” etiketiyle sunulması. Çünkü bu noktada, “deneyim” ile “rehberlik” arasındaki çizgi çok kolay bulanabiliyor. Okur, bir roman ya da anı kitabı okuduğunu değil, bir tür terapi sürecine tanıklık ettiğini düşünüyor. Bu da özellikle kırılgan ruh halindeki insanları yanlış yönlendirme riski taşıyor.

Kitapta kadının bazı söylemlerini abartılı buldum. Gerçek acıların bile bazen anlatılırken bir “edebi malzeme”ye dönüşmesi, o acının samimiyetine gölge düşürebiliyor. Elbette herkesin acısı kendisine; ama her acı da herkesin aynasına aynı şekilde yansımıyor. Okurken kimi satırlarda “bu kadar da değil” dedirten bazı dramatizasyonlar vardı.

Edebiyatın şifalandırıcı yanı inkâr edilemez. Ama her şifanın reçetesi farklıdır. Bu kitap belki bazılarına iyi gelir, bazılarını ise yanlış yönlendirir. Okur olarak bizim yapmamız gereken, satır aralarındaki duyguyu almak ama bilimselliği unutmamak. Çünkü edebiyat, ruhu besler; ama ruhu iyileştirmek için bazen bir kitap değil, bir uzmanın eli gerekir.

Kitabın adıyla müsemma mı bilemem ancak yazar Baek Sehee, 17 Ekim 2025 günü henüz 35 yaşındayken hayatını kaybetti. Yukarıda anlattığım gibi; kitabın hissettirdikleri zaten yazarın da yaşadıklarını bize açıkça gösteriyordu. Acı bir kayıp oldu...