On binlerce yıl önce günümüz Avustralya’sında şimdi hayal etmesi bile güç olan bir ortamın hüküm sürdüğü tahmin ediliyor: Dev kangurular, keseli aslanlar, dev kuşlar ve devasa timsahlar gibi bizler için ilginç hayvanların bu kıtada yaşamış olduğuna dair oldukça somut ve yadsınamaz deliller mevcut. Bahsi geçen canlılar “megafauna” yani oldukça büyük boyutlu hayvan türleri kategorisine dahil edilirler, fakat boyutlarına ve özelliklerine rağmen yaklaşık 45 bin yıl önce, bu dev yaratıkların neredeyse tamamının ortadan kaybolduğu düşünülüyor. Bu konu ile ilgili uzun yıllar boyunca en çok kabul gören açıklama, modern insanın Avustralya’ya ulaşıp bahsi geçen türleri hızla avlayarak yok ettiği yönündeydi. Ancak yeni bir araştırma, bu anlatıyı ve bazı kanıtlara bakış açımızı değiştirebilir.

Avustralya’nın batısındaki ünlü “Mammoth” Mağarası’ndan çıkarılan bir dev kanguru kemiği, bu bölgeye gelmiş insanlar ve avcılık faaliyetleri açısından en sağlam kanıtlardan biri olarak görülüyordu. Bu kemiğin üzerindeki kesik izlerinin, geçmişte hayvanın derisinin yüzüldüğü sırada oluştuğu düşünülmüştü ve böylece izler birer avcılık ve kasaplık işareti olarak yorumlanmıştı. Ancak, günümüz teknolojisiyle yapılan yeni analizler bu hikâyeyi tersine çevirmiş olabilir.

Araştırmacılar, üç boyutlu tarama ve mikroskobik özel inceleme yöntemleriyle bu izlerin aslında kemik kuruduktan ve buna bağlı olarak çok küçük çatlaklar oluştuktan, yani canlı bir hayvanın kesilmesiyle değil, uzun zaman önce ölmüş bir canlıya ait fosilleşmiş, eski bir kemiğin toplanması veya işlenmesi sırasında meydana geldiğini ortaya koydu.

Bu bulgu, yalnızca tek bir kemiğe dair bir hata düzeltmesi değil, aynı zamanda insanlık tarihine bakışımızı da değiştirebilecek önemde bir yaklaşım gibi görülebilir. Çünkü bu kemik, ilk Avustralyalıların dev hayvanları sistematik biçimde avladığı görüşünün temel dayanaklarından biriyken yeni analiz, o dönemde insanların avcı olmaktan çok, doğada buldukları kalıntıları toplayan veya belki de onları anlamlandırmaya çalışan topluluklar olabileceğine işaret ediyor.

Sözünü ettiğimiz araştırmadan çıkarılabilecek en önemli yaklaşım ise, belki de eforlarımızın büyük bir kısmını, en azından bir süreliğine, farklı alanlardaki geçmiş çalışmaları incelemeye ve mümkünse modern metotlar ile bu çalışmaların beklenen sonuçları verip vermediğine odaklamak. Tabii ki para, enerji ve zaman gerektirecek bu işlemler farklı açılardan eleştirilebilir ve her duruma uygun olmayabilir, ama yeni araştırmaların ve gelecek nesillerin güven duyacakları bir temele sahip olmaları adına daha fazla uygulanması gereken bu yaklaşım dünyamız için büyük bir önem taşıyor olabilir.