Dünyanın en güzel kadınlarından biriydi Marilyn Monroe. Sarı saçları, ışıltılı gülümsemesi, beyaz perdedeki unutulmaz sahneleriyle hâlâ hafızalarda. Onun fotoğrafları hâlâ duvarları süslüyor, sesi hâlâ şarkılarda yankılanıyor. Ama kimse onun gözlerindeki yorgunluğu, yalnızlığını, içindeki çırpınışı görmedi. Ancak o güzelliğin ardında, görülmeyen bir dağın gölgesinde yaşanan büyük bir yalnızlık, anlaşılmamışlık ve kırılganlık vardı. Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip gibi görünen bu kadın, iç dünyasında fırtınalarla boğuşuyordu. Ve sonunda, bu yük ona ağır geldi; kendi sonunu kendi seçti. "Dünya seni izlerken yalnız olmak" onun hayatının kısa özeti gibiydi.

Oysa o yalnızca bir yıldız değil, aynı zamanda içsel bir fırtınanın taşıyıcısıydı. Çocuk yaşta annesiz, babasız kalmak... Yuva duygusuna hiç sahip olamamak... Hollywood’da parlayan ışıkların ardında, kendini hep bir yabancı gibi hissetmek… Tüm bunlar Marilyn’i yavaş yavaş içten içe tüketti. Ve sonunda, kendi sonunu kendi seçti. Çünkü hayat ona ağır geldi!

Bugün bu yazıyı sadece Marilyn Monroe için değil, etrafımızdaki “iyiymiş gibi görünen” herkes için yazıyorum. 

Evet, dedim ya bu yazının konusu Monroe değil sadece. Bu yazının konusu, çevremizdeki “iyidir ya o” diye geçiştirdiğimiz herkes…

Farkında mısınız? Mutlu görünen, gülcü görünen herkese daha hoyratça davranıyoruz. Onlara karşı hoyratça davranmayı meşru görüyoruz, çünkü acı çekme hakkını onlardan esirgiyoruz.

Şunu sormalıyız kendimize: Ya etrafımızdaki Marilyn'ler kim? Belki aynı ofiste çalıştığınız birisi, belki sosyal medyada sürekli gülen arkadaşınız… Görünüşte her şey yolundaymış gibi duran ama içsel yalnızlığını sessizce taşıyan insanlar… Ya da belki o kişi biziz.

Çünkü biz insanlar, görmeye değil, gördüğümüzü sanmaya meyilliyiz. Oysa acı, insanın içindedir; gözle görülmez, listeyle ölçülmez.

“Evi var, arabası var, genç, güzel, işi gücü yerinde…” diye düşündüğümüz insanların iç dünyasında neler olduğunu çoğu zaman hiç merak etmeyiz. Onlara karşı daha hoyrat, daha mesafeli oluruz. Sanki mutlu olanlar acı çekemezmiş gibi... Sanki güzel olanlar kırılmazmış gibi... Ama insan kalbi böyle çalışmaz. Kalp, dıştan bakıldığında sessiz görünse de içinde yankılanan acılarla doludur.

Bu, psikolojide “görünüş yanılsaması” olarak adlandırılır. İnsan zihni, dışsal ipuçlarından yola çıkarak başkalarının hayatları hakkında hızlıca hüküm verir. Ama dış görünüş aldatıcıdır. Gülümsemek mutluluk, susmak huzur, süslenmek iyilik hâli değildir. Çoğu zaman en çok yara alanlar, en fazla parlayan maskeyi takarlar.

Marilyn’in hayatı bunun en çarpıcı örneğidir. Onun hakkında yazılmış sayısız biyografi, günlük ve röportajda hep şu cümle dikkat çeker:

“Ben sadece sevilmek istedim. Gerçekten, safça, karşılıksızca…” Bu cümlede sadece bir film yıldızının değil, insan olmanın en temel ihtiyacının yankısı var: Sevilmek. Anlaşılmak. Görülmek.

Tıpkı Mevlânâ’nın yüzyıllar önce söylediği gibi: “Bir ben var bende, benden içeri…”

İnsanın içindeki “o ben”, dışarıdan görünmez. Bu yüzden, insanlar gerçek acılarını saklamak için maskeler geliştirir. Bu maske bazen bir kahkaha, bazen bir başarı, bazen de kusursuz bir imaj olur. Ama maskelerin ardında çoğu zaman bastırılmış travmalar, çocukluk yaraları, değersizlik hissi ve yalnızlık yatar.

"İnsanlar beni tanımıyor. Onlar sadece dış görünüşümü görüyorlar. Asıl ben, çok derinlerde bir yerdeyim." — Marilyn Monroe "Mutluluk mu? Ben asla gerçekten mutlu olmadım. Hep sadece mutluymuş gibi davrandım."

Kendi sonunu kendi hazırlayan muhteşem bir kadına ait bu sözler bize şunu söylüyor: İnsanları olduğu gibi göremiyoruz. Yüzeyde kalıyoruz. Gördüğümüz bir gülümsemenin altındaki çaresizliği fark etmiyoruz. Oysa sadece bir “Nasılsın?”, sadece içten bir “İyi misin?” sorusu bile karşımızdakinin içindeki görünmeyen dağın arkasındaki yaraları iyileştirmeye başlayabilir.

Psikologlar, “iyi görünme çabasının aslında yardım çığlığı olabileceğini” söylüyor. “İyiyim” diyen biri bazen sadece ağlayacak bir omuz, duyulacak bir ses, tutulacak bir el arıyordur.

Şimdi durup çevremize bakalım. Sahi, en son ne zaman birine gerçekten “Nasılsın?” diye sorduk? Cevabını gerçekten dinledik mi? Ya da kendi içimize... Biz en son ne zaman kendimize “İyi misin?” dedik?

Belki de dünyayı daha yaşanır kılmak için yapmamız gereken ilk şey, insanlara daha şefkatli yaklaşmak. Daha az yargılayarak, daha çok anlayarak... Çünkü kim bilir, belki de Marilyn Monroe sandığımız kadar uzakta değil. Belki bizimle aynı masada oturuyor. Belki aynaya baktığımızda göz göze geldiğimizdeki kişi...

"Ben kırıldım ama kimseye göstermedim. Çünkü herkes sadece parlak olanla ilgileniyor" diyor Monroe

Klinik psikologların sıkça belirttiği bir şey var: “İyi görünme çabası en çok acı çekenlerde görülür.” İnsanlar, kırılganlıklarını saklamak için bir maske takarlar. Bu maskenin adı bazen neşedir, bazen başarı, bazen de güzellik. Ama bu maskeyi görmek için biraz durup bakmak, biraz merak etmek, biraz da empati kurmak gerekir.

Peki ne yapabiliriz? Küçük bir şeyle başlayabiliriz aslında. Günaydın demekle. Gerçek bir “Nasılsın?” sorusuyla. Belki bir kahve teklif etmekle. İnsanı insan yapan, görünmeyeni fark edebilmesidir. Ve belki bu farkındalık, birinin hayatına tutunacak bir dal olabilir.

Unutmayalım: Herkesin taşıdığı yük görünmezdir. Ve kim bilir, belki de siz, kendi içinizde bir Marilyn Monroe’sunuzdur. Belki de sadece birinin sizi gerçekten görmesini bekliyorsunuzdur.

“Beni anlayabilseydiniz, bu kadar üzüntülü olmazdım.” — Marilyn Monroe

Görünmeyen yükleri taşırken sessiz kalanlara daha dikkatli bakalım. Belki bir gülümseme, belki küçük bir ilgi, belki samimi bir “Buradayım” demek, birinin hayatında çok büyük bir fark yaratabilir. Unutmayalım: Bir ben var bende… Benden içeri. Ve her insanda görülmeyi bekleyen bir iç dünya vardır.

Görünmeyeni görmeniz dileğiyle…