Bazı şeyler vardır, insanın aklına bir kez takıldı mı artık orada durmaz; büyür, dallanır, yeni sorulara kapı aralar. Son günlerde benim aklıma takılan da böyle bir şey: Türkiye’deki kahvehane sayısı. İlk duyduğum rakam yaklaşık 85 bin civarındaydı. Sonra dedim ki, “Peki ya Türkiye’de kaç tane okul var?” Bu sorunun beni nereye götüreceğini o anda bilmiyordum ama öğrendikçe şaşkınlığım arttı. 2024-2025 MEB istatistiklerine göre Türkiye’de 74 bin civarında okul bulunuyor. Yani kabaca bakıldığında, bu ülkede kahvehaneler, okullardan daha fazla.
Sayılar bazen bir ülkenin sosyolojisini, kültürünü, alışkanlıklarını ve hatta siyasetini anlatır. Kahvehane sayısının okul sayısını geçmesi, ilk bakışta masum bir istatistik gibi görünse de aslında bize çok derin ve tartışılması gereken bir şey söylüyor: Bu ülkenin gündemi, düşünce alışverişi, siyaset algısı ve toplumsal tartışmaları büyük ölçüde kahvehanelerde şekilleniyor.
Kahvehanelerin tarihsel rolünü bilen bilir. Osmanlı’dan beri erkeklerin bir araya geldiği, gündelik siyasetten devlet meselelerine, savaştan barışa, spordan dedikoduya her şeyin konuşulduğu mekânlardır kahvehaneler. Yani sadece okeye dördüncü aranmaz. Modern dönemde bu işlev biraz hafiflese de aslında hâlâ aynen devam ediyor. Üstelik sadece sohbet edilen yerler değil; yerel seçimlerden genel seçimlere kadar taşradan metropole her yerde siyasi propagandanın yapıldığı, mahalle siyasetinin şekillendiği, kanaat önderlerinin ortaya çıktığı ve seçmenin davranışının yoğurulduğu yerler.
Burada kritik soru şu: Bu alan kime ait? Türkiye’de kahvehane kültürü hâlâ ağırlıklı olarak “erkek mekânı” olarak varlığını sürdürüyor. Kadınların büyük çoğunluğu kahvehanelere girmez, giremez. Sosyal kabulün çizdiği görünmez bir sınır vardır. Erkeklerin siyaseti “kahvede konuşması” normal kabul edilirken, kadınların bu mekânın dışında kalması da normalleştirilir. Ama işte tam da burada, görünmez bir eşitsizliğin kökleri gizlidir.
Gaziantep’te yapılmış bir araştırma, kahvehanelerde konuşulan konuların dağılımını veriyor: futbol % 37,5, siyaset ise % 20. Bu oran bile tek başına şunu gösteriyor: Kahvehaneler sadece oyun oynanan, “çay okey” mekânı değil; aynı zamanda bir tür gündelik kamu alanı. Burada yapılan her sohbet, söylenen her söz, bir sonraki günün siyasi davranışlarına yansıyor. İnsanlar evine gittiğinde kahvede konuşulanı aktarıyor, aile içinde tartışmalar bu çerçevede şekilleniyor. Bir anlamda kahvehane, siyasal ve toplumsal kanaatin ilk mayalandığı yer.
Ancak dikkat ederseniz, bu mayalanma kadınların yokluğunda gerçekleşiyor. Kadınların erişemediği bir kamusal alan, ister istemez erkek bakışının egemen olduğu bir siyaset üretir. Bu nedenle sadece meclisteki kadın temsili az diye şaşırmamıza gerek yok. Çünkü siyasetin gerçek anlamda konuşulduğu yerde kadın yoksa, siyasetin şekillendirdiği yerde de kadın görünmez hale gelir.
Demokrasi sadece oy vermek değildir. Demokrasi, söz hakkının eşitliği, tartışma ortamına erişim, kanaat oluşturma süreçlerine katılım demektir. Eğer bu ülkenin en yaygın tartışma alanı olan kahvehaneler cinsiyet açısından eşitsiz bir zemine sahipse, bu eşitsizlik siyasete de olduğu gibi yansır. Meclisteki kadın oranının düşük olması tesadüf değildir; çünkü siyasal kültürün en temel hücrelerinde kadın yoktur. Erkekler kahvede konuşur, karar verir, tartışır, propaganda dinler. Kadınlar bu sürecin dışında bırakılır.
Öte yandan okulların sayısı kahvehanelerin gerisinde kalmışken, eğitim ve kültür politikalarımızı da sorgulamak boynumuzun borcu. Okullar bilginin, düşüncenin, özgür aklın mekânı olmalı. Ama sayıların gösterdiği tablo, kamusal aklın geliştiği düşünsel zeminin okullardan çok kahvehanelere kaydığını düşündürüyor. Bu da bizi bambaşka bir tartışmaya götürüyor: Türkiye’de kamusal aklın oluştuğu alan ne kadar demokratik, ne kadar kapsayıcı, ne kadar eşitlikçi?
Elbette kahvehane kültürünü tamamen olumsuz görmek yanlış olur. Kahvehane, bu toprakların bir gerçeği; toplumsal hafızanın, komşuluk ilişkilerinin, gündelik dayanışmanın bir parçası. Ama mesele şu ki, bu kadar belirleyici olmasına rağmen kadınların neredeyse tamamen dışlandığı bir mekân olarak varlığını sürdürmesi büyük bir demokratik eksiklik yaratıyor.
Asıl tartışmamız gereken şey şu: Bir toplumun siyasetini, gündemini ve hatta seçim sonuçlarını ağırlıklı olarak erkeklerin tek başına doldurduğu bir mekânın belirlemesi, bizi gerçek bir demokrasiden ne kadar uzaklaştırıyor?
Kahvehaneler yerinde duruyor, hatta artıyor. Ama kadınların kamusal alanda söz aldığı mekânlar aynı hızla artmıyor. Bu da siyasetin ağırlık merkezini sürekli erkekler lehine kaydırıyor.
Belki de artık kahvehane kültürünün kendisini değil, onun siyasette yarattığı “görünmez şemsiyeyi” tartışma zamanı geldi. Demokrasi, kahvehanenin kapısından içeri giremeyen kadın için tam değildir. Ve belki de sayıların bize söylemek istediği en önemli şey tam olarak budur: Bu ülkede sözün dolaştığı alan ile hakkın dağıtıldığı alan aynı değildir. Eşit temsili gerçekten istiyorsak, önce sözün dolaştığı alanları eşitlememiz gerekiyor.
Okeye dördüncü aranıyor…