Atatürk’ü anlamayanlar, onun yaptıklarını kavramakta da zorlanırlar. Çünkü insan, anlamlandıramadığı şeyi en kolay yoldan eleştirmeyi seçer. Oysa Atatürk’ü ve devrimlerini anlayabilmek için okumak, düşüncelerinin temellerine bakmak ve o entelektüel derinliğe yaklaşmak gerekir. Cephede, yokluğun ortasında hiçbir şeyden bir ülke yaratan bu liderin, bir matematik kitabı yazdığını, en az 4.000 eser okuduğunu, çok yönlü bir entelektüel olduğunu fark etmeden yapılan her eleştiri eksik kalır.

En çok eleştirilen devrimlerden biri de Harf Devrimi’dir. “Bir gecede halk cahil oldu” sloganıyla yapılan eleştiriler, Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini ve öz kültüre bağlılığını görmezden gelir. Oysa Atatürk, Latin alfabesine geçerken halkı cahilleştirmedi; tam tersine, halkı kendi özüne daha uygun bir alfabeyle buluşturdu. Kaldı ki; Latin alfabesine geçiş tartışmaları, Osmanlı döneminde başlamıştı. Osmanlı döneminde Göktürk alfabesi kullanılıyor olsaydı ve Latin alfabesine geçilseydi kültürümüzden çok şey kaybetmiş olabilirdik. Ancak ve lakin Arapça ve Farsçadan etkilenen Osmanlı Türkçesini bırakıp Latin alfabesine geçmek bize hiçbir şey kaybettirmedi, aksine yüksek okuma yazma oranı kazandırdı. İnanmayan istatistiklere baksın!

Bazı hikâyeler vardır, zamanı aşar; bazı sesler vardır, yüzyıllar geçse de değişmez. Türkçenin hikâyesi de böyle bir hikâyedir: Kıpçak bozkırlarından başlayıp Cumhuriyet’e uzanan bir “öz”ün hikâyesi.

13. Yüzyıl’da Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçak Türkleri bugünkü Kazakların, Kırgızların, Nogayların ataları dillerine sıkı sıkıya bağlı bir halktı. Bölgeye gelen İtalyan ve Alman tüccarlar onlarla iletişim kurmak için Kıpçak Türkçesini öğrenmek zorundaydı. Bu ihtiyaç, tarihin en değerli el yazmalarından biri olan Codex Cumanicus’u doğurdu.

Codex Cumanicus, Latin harfleriyle yazılmış bir Kıpçak Türkçesi sözlüğüdür. Yani Türkçenin Latin alfabesiyle buluşması, Atatürk’ten tam 600 yıl önce gerçekleşmişti. O metinlerde yer alan “gün”, “su”, “yol” gibi kelimeler bugün hâlâ aynı sesi taşıyor. Bu süreklilik, dilin değil milletin hafızasının kanıtıdır.

Yüzyıllar geçti, takvim 1928’i gösterdi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir kez daha o eski sesi duydu: Türkçenin kendi sesine kavuşma isteğini.

Harf Devrimi yalnızca bir alfabe değişikliği değildi; milletin diline, sesine, düşüncesine özgürlük getiren bir dönüşümdü. Arap harfleri, Türkçenin pek çok sesini karşılamada yetersiz kalıyordu. Osmanlı Türkçesi dediğimiz dil ise Arapça etkisi altındaydı. Latin alfabesi ise Türkçeye “eldiven gibi” uyuyordu. Atatürk’ün amacı Batı’ya benzemek değildi; Türk milletinin kendi dilini kendi sesine en uygun şekilde yazmasını sağlamaktı. Bu yönüyle Harf Devrimi bir başlangıç değil; tarihin özüne dönüşüdür.

Codex Cumanicus’ta Latin harfleriyle yazılan Kıpçakça kelimeler nasıl bir sesin iziyse, 1928’de yapılan devrim de aynı sesin devamıdır. Biri bozkırda at sırtında söylendi, diğeri Ankara’da kalemle yazıldı; ama ikisi de aynı kaynaktan geldi. Öz Türkçeden…

Bugün Kazakistan ve Özbekistan’ın Latin alfabesine geçmesi yeni bir adım sanılıyor. Oysa bu da bir dönüş: Türk dillerinin tarih boyunca zaman zaman kullandığı ortak sese geri dönüş. Alfabeler değişir, kelimeler dönüşür; fakat öz olan ses değişmez.

Bir milletin dili onun kalbidir. Dilini koruyan, kökünü korur. Kıpçaklar o özü yaşattı; Atatürk onu yeniden diriltti.

Bugün Türkçe konuşuyor, Latin harfleriyle yazıyoruz. Ama aslında Kıpçak bozkırlarından yükselen sesi, Atatürk’ün vizyonuyla birlikte taşıyoruz. Harf Devrimi bir modernleşme hamlesi olmaktan çok, bin yıllık bir dil yolculuğunun tamamlanmasıdır. Bir millet özüne sahip çıktığı sürece yaşar. Kıpçak bozkırlarında söylenen bir kelime Cumhuriyet okullarında yeniden doğduysa, bu dilin değil milletin direncidir. Dilinize sahip çıkın; o sizin geçmişinizin sesi, geleceğinizin nefesidir.