Tarıma dayalı politikalarımızı rafa kaldırdık. Ormanlarımızın yanmasını önleyemedik. Sonuçta doğa isyan etti ve yağmur yağmıyor. Ege, uzun zamandır ilk kez böylesine bir kurak mevsim yaşarken ciddi bir su sorunu ile de karşı karşıya.

Resmen kavruluyoruz. Çevrenize bir bakın…Kuruyan ağaçlar, bir türlü yeşil kalamayan çimler…

Serçe kuşları bile ortalıkta görünmüyor artık.

Su ile ilgili konu çok boyutlu. Örneğin İzmir, su ihtiyacının yüzde 65’ini yeraltı kaynaklarından, kalanı da barajlardan karşılıyor. Barajlarda biraz su görünsün diye yeraltı sularına yüklenen bir sistem, sonuçta ortaya şöyle bir tablo çizdi:

Barajlar, hem buharlaşmaya açık oldukları için, hem de toprağın suyu emmesi gibi nedenle dibe vururken yeraltı suları da aşırı kullanım sonucu S.O.S. verir duruma geldi.

İşin uzmanları, bu uyarıyı vaktiyle yaptı, kimse kulak asmadı.

Bir başka konu; ağaçlandırma politikaları ile ilgili. Ormanlık alanlara, oksijen salıyor diye çam ağacı diktik, sonunda hepsi birer çıra oldu, yandı. Kent içindeki ağaçlandırmalarda da yanlışlar olduğu, ayan beyan ortada. O kadar ağaç kuruyor ki…Ve de kuruyacak…

Çünkü böyle bir sıcağa hazır olmayan türden hepsi. Su istiyorlar ve böyle bir sıcağı da sevmiyorlar. Onlara ve çimlere su yetiştirmeye çalışırken konutlarda tasarruf önlemleri gerektiren bir sonuca varacağımız, bu yanlış politikadan kaynaklanmıyor mu?

İzmir’in yöresel ağacı palmiye ve benzeri türlerdir. Keza Kıbrıs akasyası, zeytin, dut, keçiboynuzu da İzmir’e özel türler. Ama uzmanlar, buna ilaveten Akçaağaç, Dişbudak, Defne, İmparator Ağacı diye de bilinen Pavlownia ile karabiber ağaçlarının da su istemeyen ve fazla bakım da gerektirmeyen türler olarak tercih edilmeleri gerektiğini savunuyor, keza çim yerine kuzukulağı ekilmesini öneriyorlar. Tabii zakkumu da unutmayalım.

Çam ağacı 15 yılda boy verirken bunlar bir-iki yılda gölge verir duruma geliyor.

Bizden aktarması…

Vandallığın ülkeye maliyeti

Vandallık, bir ideoloji. İçinde bir rahatsızlığı barındırıyor olsa da bireyin, tek başına ya da toplu biçimde kamu malına zarar vermesi aslında ortada bir hedef olduğunu da gösteriyor.

Türk Ceza Kanunu’nun 152. Maddesi; Türkiye’de en çok işlenen bu suçun cezasını da belirlemiştir. Madde, suya zehir katmak, radyasyon yaymak gibi topluma zarar veren suçları, sokak lambasını sapan taşıyla kırmaktan ayrı tutmuştur. Özellikle anarşik olaylarda sıkça kullanılan vandalizm, bugün Türkiye’de önlenemeyen suçlar arasına girmiştir. Vandalizmin; global anlamda bir de maliyeti vardır ve bunun yılda ortalama 45-50 milyar lirayı bulduğu sanılmaktadır.

Psikologlar ve sosyologlar, ekonomik ve sosyal açıdan eksikli toplumlarda vandalizmin yayılma eğilimi gösterdiğini ve bu temele inilmedikçe bu akımın zarar vermeyi sürdüreceği görüşünde birleşiyor.

Çevrenize şöyle bir bakın. Çok kısa bir zamanda bir vandalizm örneği göreceksiniz ve bu sizi-bizi rahatsız eden bir görüntüyle sunuluyor olacaktır.

Erbaş’ın gidişi

Diyanet İşleri Başkanı Ali Hoca, emekli oldu.

Erbaş’ın gidişi çok şeyi değiştirecek.

Önce fakirliğin iyi bir şey olmadığını, israfın günah sınıfına giren bir eylem olduğunu hatırlayacağız.

Deist olma konusunda yarışan gençlerimiz, onun sahnede olmadığını görünce uyanacak ve “Dünya varmış” deyip imana gelecek.

12 yaşından beri Cuma namazını kaçırmayan İmam Hatip mezunu bir arkadaşım, “Ali Erbaş gitmeden Cuma’yı kılmayacağım” diyordu, o da artık çok özlediği cemaatle buluşacak.

Yerine Prof.Dr. Safi Arpaguş getirildi.

Hoş geldi, sefalar getirdi ama zinhar Ali Erbaş’ın yolundan gitmesin…