Türkiye’nin tarım ürünleriyle dolu bereketli topraklarında yetişen domates, patates, biber, salatalık, karpuz... Deyim yerindeyse tarlada bir bardak çay parası etmiyor. Ama aynı ürün market rafında vatandaşa adeta lüks tüketim gibi sunuluyor. Hem çiftçi perişan hem vatandaş. Herkes şikayetçi ama çözüm bulan yok.
Peki bu çarpık fiyat dengesizliği nereden kaynaklanıyor? Arada kimler var, kimler kazanç sağlıyor? Ve bu kısır döngü nasıl kırılabilir?
Aracı mı suçlu, sistem mi?
Tarla ile market arasındaki fiyat farkının en büyük nedeni yıllardır hep aynı gerekçeyle açıklanıyor: “Aracılar çok kazanıyor.” Ancak aracılar da dertli. Onlar da artan mazot fiyatları, taşımacılık giderleri, hal ücretleri, komisyonlar ve işçilik maliyetlerinin yüksekliğinden yakınıyor. Bir başka deyişle zincirin her halkası kendi yükünü başkasına devrediyor.
Ancak sonuçta olan çiftçiye ve tüketiciye oluyor. Çiftçi ürününü maliyetine bile satamazken, tüketici o ürüne astronomik bedeller ödemek zorunda kalıyor. Sistem topyekûn hasta. Bu, bireysel çözümlerle değil, yapısal değişimle iyileşebilecek bir tablo.
‘Doğrudan satış’ yaygınlaşmalı
Birinci elden yapılabilecek en etkili müdahale, çiftçiyle tüketiciyi doğrudan buluşturacak modellerin geliştirilmesidir. Kooperatifçilik bu anlamda halen en güçlü araç. Ancak kooperatifler ne yazık ki birçok yerde işlevsiz, kâğıt üstünde kalmış yapılar olarak varlığını sürdürüyor.
Devlet destekli, profesyonelce yönetilen tarım kooperatifleri; çiftçinin ürününü doğrudan pazara, pazarcıya ya da tüketiciye ulaştırabileceği zincirler oluşturmalı. Dijital pazar yerleriyle kırsal üreticinin ürününü doğrudan satabileceği modeller teşvik edilmeli. Belediyeler bu alanda öncü rol üstlenebilir.
Girdi maliyetleri desteklenmeli
Tarımda üretimin sürdürülebilirliği için öncelikle çiftçinin sırtındaki yük hafifletilmeli. Mazot, gübre, tohum ve ilaç fiyatları öylesine artmış durumda ki, çiftçi çoğu zaman zararına ekim yapıyor. Bu noktada üretim öncesi verilen desteklerin artırılması ve doğrudan üretime kanalize edilmesi büyük önem taşıyor.
Ayrıca “ürün alım garantisi” uygulamalarıyla çiftçi, neyi ne kadar ekeceğini önceden planlayabilmeli. Bugün hâlâ milyonlarca ton ürünün tarlada kalmasının ve çöpe gitmesinin nedeni, bu planlamanın yapılmaması.
Tarım stratejik sektör ilan edilmeli
Tarım artık sadece ekonomik değil, ulusal güvenlik meselesidir. Pandemiyle başlayan gıda krizleri, savaşların etkisiyle daha da belirgin hale geldi. Bu nedenle Türkiye, tarımı stratejik sektör ilan ederek, bu alana özel bütçeler ve öncelikler tanımalıdır.
Tarım Bakanlığı'nın yalnızca “yönetim” değil, aynı zamanda sahada uygulayıcı bir güç olarak yeniden yapılandırılması gerekiyor. Tarım liseleri, teknik okullar, kırsalda gençleri üretime çekecek teşvikler de bu dönüşümün parçası olmalı.
Tüm yük tüketicide kalmamalı
Market fiyatlarındaki artışın tek sorumlusu üretici ya da aracı değil. Zincirin her halkası şeffaf şekilde denetlenmeli. Hallerdeki komisyon oranları yeniden düzenlenmeli, nakliye şirketlerinin tekelleşmesi engellenmeli, marketlerin fahiş kâr marjlarına sınır getirilmeli.
Denetim yalnızca “fiyat kontrolü” ile sınırlı olmamalı. Fiyatın oluşum süreci şeffaf şekilde vatandaşa açıklanmalı. Tüketici; domatesin tarladan markete hangi aşamalardan geçerek 10 katına çıktığını bilmeli.
Tarımın kaderi, sadece çiftçiye bırakılmayacak kadar önemli. Üretenin desteklenmediği, tüketenin ezildiği bu sistemin sürdürülmesi mümkün değil. Herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor: Devletin, belediyelerin, tüketicilerin ve elbette çiftçilerin.
Unutmayalım, bir ülkenin gerçek bağımsızlığı toprağında üretip kendi halkını doyurabilmesinden geçer. Bu da ancak akılcı politikalar, güçlü planlama ve samimi destekle mümkün olabilir.