Bazı kitaplar vardır; kapağını kapatırsınız ama hikâyesi kapanmaz. Sayfaları biter ama siz bitiremezsiniz. O karakterler, o hisler, o satır aralarında gezinen sorgular usul usul zihninize yerleşir. Bir yemeğin tadı damağınızda nasıl kalırsa, bazı romanlar da ruhunuzda öyle kalır. Tolstoy’un kaleminden çıkan Anna Karenina tam da böyle bir eser.

Okurken yalnızca bir aşk hikâyesine tanıklık etmiyorsunuz; bir toplumun aynasına, bireyin iç çatışmalarına, ahlak kalıplarına ve kadının toplumdaki yerine de bakıyorsunuz. Öyle ki, Anna sadece bir roman karakteri değil; bazen bir dost, bazen bir düş, bazen de insanın kendi içindeki sesi oluveriyor.

Anna’nın Vronski’yle yaşadığı o tutkulu aşk, yalnızca bir romantizm değil elbette. Toplumun "olmaz" dediği her şeyin içinde filizlenen, yeşermekle solmak arasında bocalayan bir duygu. Dışarıdan bakan için aşk, içeriden bakan içinse hayatta kalma çabası... Çünkü Anna, sadece bir adama âşık olmuyor; kendi benliğine, kendi seçimlerine, özgürlük arzusuna da âşık. Ama işte tam da burada başlıyor trajedi.

Düşünüyorum da, Anna neden bu kadar tanıdık geliyor bize? Belki de hepimiz, bir dönem toplumun bizden beklediği kişiyle, içimizde var olmak isteyen kişi arasında sıkışmadık mı? Onay almakla dürüst kalmak arasında kalmadık mı? Anna’nın verdiği savaş, hepimizin hayatından bir parça gibi. Her ne kadar 19. yüzyıl Rusya’sında geçiyor olsa da, o kırılmalar, o sorgulamalar bugün hâlâ capcanlı duruyor hayatlarımızın bir köşesinde.

Levin karakteri ise romanın içinde sanki başka bir zamanın, başka bir dünyanın insanı gibi... Toprağa bağlı, çalışkan, içe dönük. Anna’nın fırtınası varsa, Levin’in dinginliği var. Ama bu dinginlik sahte değil. Tolstoy’un ustalığı burada ortaya çıkıyor zaten: Biri kalbinin sesine kulak verirken yavaş yavaş düşüyor, diğeri aklın peşinden giderken kökleniyor. Ve sonunda, her ikisi de hayatın karşısında kendi yalnızlıklarıyla baş başa kalıyor.

Yalnızlık demişken… Aslında en çok burada durmak istiyorum. Çünkü Anna Karenina sadece aşkı değil, yalnızlığı da anlatıyor. Ve bana sorarsanız, asıl mesele aşk değil, o aşkın bizi hangi yalnızlığa sürüklediği. Çünkü toplumun dili çok sivri. Erkek hata yapınca "insanlık hali", kadın hata yapınca "vicdan yoksunu" oluyor. Anna'nın yaptığı sadece sevmek. Ama sevmek bazen, hele ki kadınsanız, bir başkaldırıya dönüşebiliyor.

Kitabı bitirdiğimde bir süre pencereye bakakaldım. Sanki Anna'nın o meşhur tren garına bakan gözleriyle… Bir insanın en büyük trajedisi, yanlış kişiyi sevmek değil belki de; doğru hissin bile toplumda bir yer bulamaması.

Ve o an anladım: Hayatta bazı kararlar vardır, sizi kalabalığın ortasında bile yapayalnız bırakır. Anna'nın hikâyesi bu yüzden sadece bir edebiyat klasiği değil, aynı zamanda bir iç hesaplaşma. Kiminle olduğunuzdan çok, neye inandığınızla ilgilidir bazı yolculuklar. Ve Anna'nınki de işte öyle bir yolculuktu.

Bazen bir kitap okuruz, sonra kendi hayatımıza geri döneriz. Ama bazı kitaplar vardır, bizi kendimizden alır, bir daha aynı yere bırakmaz. Anna Karenina da onlardan birisi. Dönüp dönüp bazı satırlarına yeniden bakmak istiyor insan. Çünkü hâlâ sorular bitmedi. Hâlâ o pencerenin ardında, cevap bekleyen bir yalnızlık var.