Bana, sana, ona…
Hepimize…
Eğer mücadele edebileceğiniz hiçbir değer kalmadıysa bazen gitmek en doğru seçimdir. Kendini ait olmadığın yerde hissettiğinde, insan mücadeleden vazgeçer. Çünkü her savaş, bir anlam uğruna verildiğinde değerlidir; anlamını kaybetmiş bir savaş ise sadece yorgunluk ve acı getirir.
Hayat çoğu zaman insana kalmayı dayatır. Toplum, aile, gelenek ya da alışkanlıklar… Bazen bir ilişki, bazen bir şehir, bazen de bir iş, insanı ait olmadığı bir yere zincirler. Kökler sahte olduğunda, dallar ne kadar yeşermeye çalışsa da kurur. İşte o an, gitmek cesarettir. Gitmek, ardında bırakılanların ağırlığına rağmen özgürlüğün kapısını aralamaktır.
Aşk da böyledir. İlk başta umutla, büyük hayallerle başlar. Aynı evin içinde yaşanacak günler, bir çocuğun kahkahasıyla dolacak odalar, yan yana yaşlanma hayalleri… Fakat gerçek, hayaller kadar sabırlı değildir. İletişimin eksildiği, değer duygusunun kaybolduğu anlarda aşk, insana acıdan başka bir şey bırakmaz. Ve bazen en büyük mücadele, gitmeyi seçebilmektir.
Tarih bize bunu hatırlatır. Napolyon Bonapart, Joséphine’i tutkuyla sevmişti. Ona yazdığı mektuplar hâlâ insanlık tarihinin en dokunaklı aşk belgelerindendir. Ama aralarındaki yaş farkı, kırgınlıklar ve imparatorluk sorumlulukları onları ayırdı. Napolyon hâlâ severken ondan vazgeçmek zorunda kaldı. Kalbini parçalayan bu ayrılık, ironik biçimde onun siyasi gücünü pekiştirdi. Bir aşk yıkıldı ama bir imparatorluk doğdu.
Halide Edip Adıvar da aşkında mutlu olamadı. Hayal ettiği beraberliği yaşayamadı, kalbinde derin yaralar taşıdı. Ama tam da bu kırılganlık, kalemini bilemiş, sesini yükseltmişti. Kendi mutsuzluğundan doğan cesaretle Milli Mücadele’nin en önemli figürlerinden biri oldu. Kişisel yenilgisi, toplumsal bir zaferin kıvılcımına dönüştü.
Leyla ile Mecnun ise edebiyatın en bilinen destanıdır. Mecnun, aşkına kavuşamadı; ama o mutsuzluk, onu çölün bilgeliğine taşıdı. Kavuşma değil, ayrılık onu ölümsüzleştirdi. İnsanlığın en büyük aşk hikâyesi, aslında bir “mutsuzluk mirası” olarak nesilden nesile aktarıldı.
Tüm bu örnekler şunu anlatır: Aşkın, hayatın ya da bir mücadelenin sonu her zaman mutlulukla bitmez. Bazen mutsuzluk, kişiyi kendi sınırlarının ötesine taşır. Bazen kalem bilenir, bazen bir ulus ayağa kalkar, bazen bir insan efsaneleşir. Gitmek, sadece bir kayıp değil, yeni bir doğumun da habercisidir.
Uçurumun kenarında duran biri bilir: Kalmak, düşmekle eşdeğerdir; gitmekse kanat çırpmaktır. Ve uçurumun en sert kayalarında bile bir çiçek açar. O çiçek, acının içinden doğan direnci simgeler. İnsan da böyledir: Bazen kaybettikleriyle büyür, bazen acılarıyla şekillenir, bazen de gidişiyle güç bulur.
Gitmek, her zaman kolay değildir. Arkada bırakılanlar kalbi sızlatır, anılar peşini bırakmaz, özlem sessiz bir gölge gibi sürer. Ama bazen kalmanın getirdiği çürüme, gitmenin acısından daha ağırdır. Ve insan bilir ki, yanlış yerde tutunmak, doğru yerde uçmaktan çok daha yıkıcıdır.
Eğer mücadele edecek bir değer kalmamışsa, savaş bitmiş demektir. Ve o an gitmek, yenilgi değil, en onurlu seçimdir. Çünkü bazen en büyük güç, ardına bakmadan gitmektir.
Mücadeleniz bittiyse gidin…!