Bu hafta hepimiz, artık alıştığımızı sandığımız ama her seferinde biraz daha fazla şaşırdığımız bir sıcak hava dalgasının ortasında bulduk kendimizi. Ne olduğunu anlamadığımız bir sıcaklık, bir yangın, bir cinnet hali tüm ülkeyi sarmış durumda. Meteorolojik verilerle açıklanabilecek gibi değil bu sıcak; bu, insanlığın yıllardır biriktirdiği bencilliğin, doğadan kopuşunun, göz göre göre gelen felaketin dışavurumu. Türkiye’nin dört bir yanında yankılanan ortak cümle şu oldu: “Böylesi bir sıcak daha önce yaşanmadı.”

Ve evet, haklıyız. Ama ne yazık ki bu sadece bir başlangıç. Sokaklar boş, insanlar gölgelerin peşinde. Termometreler 45 dereceyi gösteriyor, asfalt eriyor, klima filtreleri tıkanıyor, nefes almak bile ağır geliyor. Ama bu sadece fiziksel bir bunalma değil; bu, kolektif bir ihmalin, uzun yıllardır doğaya kulak tıkamanın ruhumuzu da kavurduğu bir çöküştür.
İnsanlar şikâyet ediyor… Sıcaktan. Haklılar. Ama bir yandan da bunca yıl şikâyet etmek dışında ne yaptık?
İstanbul’da denize giren bir köpeği şikâyet etmişler. “Deniz bizim, onun ne işi var burada?” demiş bir vatandaş. Ankara’da kazların gölete girmesi şikâyet edilmiş. “Ortalığı pisletiyorlar.” Hayvanların doğası gereği sıcakladığını, yaşam alanlarının daraldığını, onların da hayatta kalmaya çalıştığını unutuyoruz. Çünkü biz insanlar, sadece biz varmışız gibi yaşıyoruz.
Ama bizden başka canlılar da var bu gezegende. Ve en ironik olanı da şu: En büyük zararı kendimize veriyoruz. Bu bir toplu intihar. Sessiz, planlı, göz göre göre gelen bir intihar. İsmi konmamış, ama adı çoktan belli: Bencillik.
Ormanlarımız yanıyor. Sadece bu hafta içinde onlarca farklı noktada yangın çıktı. Çeşme, Milas, Manavgat, Bodrum, Eskişehir… Cayır cayır yanıyor ülkenin dört bir yanı. Bu yangınlarda sadece ağaçlar değil, o ağaçların gölgesinde nefes alan binlerce hayvan da yanıyor. Çığlık çığlığa ölüyorlar. Gökyüzü dumanla kaplanıyor, toprak kararıyor, sessizlik çökmüyor aksine doğa acı içinde haykırıyor.
Ve biz ne yapıyoruz?
Evlerimizde klimalarımızı biraz daha açıyoruz. Serinleyelim diye… Ama açtığımız her klima, atmosfere biraz daha fazla ısı salıyor. Dünyayı biraz daha fazla ısıtıyor. Bu nasıl bir paradoks? Kendimizi korumak için yaptığımız her şey, sonunda bizi yok ediyor.
Tarım alanlarımız kuruyor. Barajlar dolmuyor. Susuzluk kapıda. Gıda kıtlığı artık bilim kurgu değil, reel ekonomi raporlarının başlığı. 2024'te Hindistan dünyanın en büyük pirinç ihracatçısı olmasına rağmen ihracatı durdurdu çünkü artık kendilerine yetemiyorlar. Meksika’da mısır üretimi düşüyor. Avrupa’da zeytin hasadı yüzde 50 azaldı. Türkiye’de ise kuraklık yüzünden çiftçiler artık toprağa küsme noktasında. Türkiye’de ayçiçeği, domates, buğday gibi ürünlerde verim düşüyor. Üretici susuyor çünkü sulayacak su yok. Tüketici şikayet ediyor çünkü fiyatlar artıyor.

Ama hiç kimse, “Buna nasıl geldik?” diye sormuyor.
Yani evet… Sıcaktan şikayet ediyoruz. Ama bu sıcaklar bizim eserimiz.
Hayvanlara kızıyoruz. Ama asıl hayvanca davranan biziz.
Yangınları izliyoruz. Ama o ateşi yıllardır biz körüklüyoruz.
Dünyaya sırtımızı döndük. Şimdi o da bize sırtını dönüyor. Asıl korkunç olan da şu: hâlâ her şeyin merkezinde olduğumuzu sanıyoruz. İnsanlık olarak yaptığımız her tercih, gezegeni bir adım daha uçuruma yaklaştırıyor.
Ve o uçurumun kenarındayız artık.
Buna hâlâ gelişme diyenler var. Hâlâ kalkınma planı peşinde koşanlar var. Ama unuttukları bir şey var: Yanmış bir ormanda büyüme olmaz. Kurumuş bir toprakta tarım olmaz. Susuz bir dünyada insan yaşamaz.
Kendi sonumuzu alkışlarla izliyoruz.
Ve belki de tarih, bu dönemi şöyle yazacak:
“İnsanlık, doğayı öldürdükten sonra sıranın kendisine geldiğini fark etti. Ama artık çok geçti.”