Tarih boyunca insanlar bazı nedenlerden dolayı farklı anlatım ve bilgi aktarım türleri oluşturmuş veya tercih etmiştir. Semboller, içsel öğretiler, alegoriler ve türlü söz sanatları bilgiyi yeni bireylere aktarmak veya akılda tutmak için kullanılırken bazı durumlarda ise bilgiyi bulunduğu gizemli mecradan çıkarmayı sağlayacak olan koşullar zamanla kaybolmuş olduğundan, içgüdüsel yaklaşımlar ile analitik yöntemler bizleri tam bir sonuca ulaştıramayabilir. Karmaşık ve çalkantılı dönemlerde ise bilgi aktarımı daha da zorlaşabilir ve dönemin yarattığı etkilerden dolayı gelecek zamanlara erişen kaynaklarda eksiklikler olabilir. Antik çağlarda yazılmış ve bilgi vermeyi amaçlayan yazılarda veya bilgiyi, fark edilmesi belirli bir duyarlılığı ya da yetiyi gerektirecek şekilde ören çalışmalarda bu konsepte uygunluk görebiliriz.
Günümüz dünyasının geçtiğimiz yıllarda karşılaştığı COVID salgını gibi pek çok farklı salgın tarih boyunca insanlığa zorluklar yaşatmıştır. Bunlardan en etkili olmuş olanlarından biri ise ‘Kara Veba’ olarak adlandırılmaktadır. Orta Çağ dönemine damgasını vuran Kara Veba, farklı periyotlarda tekrar tekrar yayılmıştır ve kaynağına dair bulgular hala tartışmalıdır. Geçtiğimiz yıllarda yapılan ve daha önce söz ettiğimiz bir araştırma, Kırgızistan civarında bulunan eski bir mezarlıktan alınan örneklerde veba örneğine rastlamış ve sonuç olarak vebanın Orta Asya kökenli olabileceğine dair önemli bulgular elde edilmişti.
Dönemin en önemli ticaret rotası olan İpek Yolu’nun Kara Veba’nın Asya’yı hızla kat ederek Batı’ya ulaşmasını sağladığı yönündeki kulağa mantıklı gelebilecek olan yaygın anlatı, bugüne dek çoğunlukla tek bir kaynak baz alınarak ve bu kaynağın harfiyen okunması ile ortaya çıkarılmıştır. Bu anlatının temel dayanağı, 1348 ile 1349 yılları arasında Halep’te yazılmış kısa bir metindir. İbnü’l Verdî’nin kaleme almış olduğu bu yazı, kafiyeli ve oyuncu bir dil ile yazılmış, vebayı ise hilebaz bir gezgin gibi betimlemiş bir eserdir. Eserde kişileştirilmiş veba, şairane bir üslup ile şehirleri tek tek gezer ve vebanın yayılışı bu şekilde anlatılır. Ancak burada ilginç olan ise vebanın başlangıç yeri olarak Çin ve Çin’in ötesindeki bilinmeyen yerler olarak anlaşılacak konumlar verilmesidir.
Exeter Üniversitesi Araştırmacıları tarafından yapılan bir çalışma İbnü’l Verdi’nin eserinin türünden ve aynı dönemde yazılmış benzer eserlerin üslup ve tutarsızlıklarından yola çıkarak belirli bir anlatıya uzun süredir güvencesiz kabul edilebilecek bir taban sağlamış bu algıyı değiştirmeyi hedefliyor.
Araştırmaya göre dönemin popüler türlerinde ve şairane üslup hedeflenerek yazılmış bu eserler, hastalığın yayılış rotasına dair kesin bilgiler sağlıyormuş gibi kabul edilmemeli. Memlük dönemi yazarlarının aynı yıllarda kaleme aldığı bu “kafiyeli nesir” sayılabilecek metinler ortak bir dili paylaşıyor ve aralarındaki ayrımlar ise coğrafi menzilde ve anlatım tercihlerinde belirginleşiyor. İbnü’l Verdî’nin metni konumu en uzağa taşıyor ve Çin ile Hindistan’a uzanan geniş bir güzergâh öne sürüyor. Uzak Doğu kaynağı haricinde, İbnü’l Verdi’nin sıralaması şu an bilinen ve doğru kabul edilen veba salgını kronolojisiyle bazı yerlerde ters düşüyor. Buna karşılık Safedî’nin metni Gazze’den Şam’a uzanan bölgesel bir çerçeveyi ele alıyor ve vebanın bölgeye girişinde genellikle komşu bölgelere odaklanıyor. İbn Nubâte’nin yazısı ise Şam salgınına odaklanıyor. Bunlar ve diğer bazı farklılıklar, söz konusu metinlerin birer güzergâh kaydı değil ancak aynı felaketin farklı zihin haritaları olduğunu gösteriyor olabilir.
Bu kaynaklara tarihi kronoloji sağlama gözüyle bakmamak, tartışmayı vebanın rotasının keşfi yerine insanların bu felaketi nasıl anlamlandırdığı sorusuna yaklaştırabilir. Toplum yaşamını derinden etkileyen olayların o dönemlerdeki sanat eserlerini nasıl etkilediğini kavramak insan psikolojisi hakkında daha derin bir anlayışa erişmemizi sağlayabilir.
Bugün bilimsel çalışmalar bize geçmişi anlama ve tarihleme gücü verirken, edebi metinler de o tarihlere ruh kazandırıyor sayılabilir. Elbette şairane üslupla, dönemin yaygın türleriyle veya efsanevi bakış açılarıyla yazılmış eserlerin aslında bir şekilde gerçek durumları anlattığı ve sanılanın aksine doğru olduğu ortaya çıkabilir ve daha önce böyle olaylar birçok kez yaşanmıştır, ancak gerçeklik arayışında bu tip eserleri incelerken kaynakların doğrulanmadan sadece akıp giden zaman ve tanınma unsurlarıyla güvensiz birer temel oluşturmasına izin vermek, sarfedilen eforların uzun zaman sonraki israflarına neden olabilir.