Rivayet odur ki: “Zaman öyle yaklaşır, peş peşe gelir, hızlanır ki; bir sene bir ay, bir ay bir hafta, bir hafta bir gün, bir gün bir saat, bir saat bir ateş kıvılcımı kadar olur.”
Bu söz, bir çağın hızını, bir devrin nabzını tek cümlede özetliyor sanki. Bize de öyle geliyor mu gerçekten? Zaman gittikçe mi hızlanıyor? Sahi, zaman gerçekten mi hızlandı, yoksa biz mi hızla tükeniyoruz?
Kimileri için zaman su gibi akarken, kimileri için kurumuş bir kuyunun sessizliği gibi...
Günler geçiyor, aylar akıyor, bir bakıyoruz yıl bitmiş… Sabah kahvaltısı daha yeni yapılmışken akşamın serinliği pencerelere vuruyor. Peki, zaman gerçekten hızlandı mı? Yoksa onu algılayan bizler mi değiştik?
Zaman, insanlığın en büyük bilmecesidir. İnsanoğlu ateşi bulduğunda zamanı ölçmek için güneşe baktı, toprağa tohum ektiğinde mevsimlerle konuştu, medeniyet kurduğunda takvim yaptı, sanayi devrimiyle saate hapsoldu. Ve sonra, bir gün Einstein çıktı dedi ki:
“Zaman mutlak değildir. Zaman, gözlemcinin hareketine göre değişir.”
Einstein’ın izafiyet teorisi, zamanın sabit olmadığını, hız ve kütle gibi unsurlarla esneyebildiğini ispatladı. Örneğin, Dünya yüzeyine göre çok hızlı giden bir uzay gemisindeki astronot için zaman daha yavaş akar. Bu, bilimsel bir gerçek.
Ama yalnızca fiziksel değil; zaman, psikolojik olarak da bükülüyor. Mutlu anlarda hızla geçiyor, acı çekerken uzuyor. Sıkıldığımız bir toplantı bir gün gibi gelirken, sevdiğimizle geçen bir gün göz açıp kapayıncaya kadar bitebiliyor.
Bu noktada şu soru beliriyor: Zamanın akışı mı değişiyor, yoksa biz mi zamanı farklı şekillerde “yaratıyoruz”? Zaman, evrende var olan bilinçli varlıkların toplam karar alma hızıyla akıyor olabilir.
Düşünelim: Eğer bir galakside hiçbir bilinçli varlık yoksa orada zaman geçiyor mudur? Fiziksel olarak elbette, saat tik tak eder, gezegen döner, yıldızlar ölür. Ama bunları "ölçen" ya da "anlamlandıran" biri yoksa zaman gerçekten “yaşanmış” sayılır mı? Bu, elbette bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek değil. Ama insana şu soruyu sordurtuyor: Zaman mı bizi taşıyor, yoksa biz mi zamanı yaratıyoruz?
Zamanın yalnızca bir ölçü değil, bir “yaşantı” olduğunu kabul edersek, o zaman şunu da düşünebiliriz:
Zaman, evrende var olan bilinçli varlıkların toplam karar alma hızına bağlı olarak akıyor olabilir. Bu bir varsayım elbette. Ama düşünmesi heyecan verici.
Bir galakside, hiçbir canlının bulunmadığı bir gezegende, milyarlarca yıl geçse de hiçbir anlam oluşmaz. Oysa Dünya’da, bir saniyede alınan kararlar, yaşanan aşklar, hissedilen korkular, edilen dualar zamanın kıvamını değiştirir. Belki de zaman, evrenin bilinçli varlıklara verdiği bir “yanıt ”tır. Düşünce varsa zaman akar. Karar varsa gelecek doğar.
Eskiler demiş ki: “Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez.”
Gerçekten de çocuklar için zaman sonsuzdur. Tatil hiç bitmeyecek gibidir, oyunlar bir ömür sürebilir. Oysa yaş aldıkça zaman daralır. Anlamlar yoğunlaşır, zamanın kıymeti artar. Her yıl biraz daha hızlanır sanki.
Bunun bir açıklaması var: Yaş ilerledikçe, her yeni yıl, hayatın toplamına oranla daha küçük bir parça olur. Beş yaşındaki bir çocuk için bir yıl, hayatının % 20’sidir. Elli yaşındaki bir insan içinse yalnızca % 2’si.
Bu yüzden çocuklar sabırsızdır, yaşlılar duygusal.
Zamanı saatle, takvimle, kronometreyle ölçüyoruz. Ama aslında onu ölçerken şekillendiriyoruz da. Zihnimizdeki zaman; duygularımız, düşüncelerimiz ve beklentilerimizle yoğruluyor.
Belki de zaman dediğimiz şey, evrenin değil, bilincin bir yansımasıdır. Ya da daha ileri gidip şunu diyebiliriz: Bilinç, zamanı var eden şeydir. Böyle düşününce şu atasözü bile bambaşka bir anlam kazanıyor: “Zaman her şeyin ilacıdır.”
Belki de bu yüzden zamanı “geçirmek” değil, “yaşamak” gerekir. Çünkü zaman bir nehir değil, bir aynadır. Ona ne verirsen, sana onu yansıtır.
Modern insan, zamanla bir yarışa girmiştir. Daha çok iş, daha çok plan, daha çok “yetişmek”. Oysa zamanı yarıştırmak yerine onunla barışmak gerekir. Çünkü zaman, yenilmesi gereken bir düşman değil; dinlenilmesi gereken bir dosttur.
Belki de en büyük bilgelik, zamanın akışını değiştirmek değil, onu fark ederek yaşamakta saklıdır.
Tıpkı Mevlânâ’nın dediği gibi: “Sen zamanı harcarken, zaman da seni harcar.”
Zaman ne bir saat kadar mekanik, ne bir takvim kadar düzenli, ne de bir teori kadar sabittir.
Zaman, biraz hayal, biraz nefes, biraz da farkındalıktır. Zamanla savaşılmaz. O, ancak sevilerek anlaşılır.
Ve unutmayın, Ylz der ki:
Zamanın kıymeti, onun hızında değil; içinde taşıdığınız anlamdadır.