Hayat, üç büyük kapıyla sınar insanı: doğum, evlilik ve ölüm. Her biri bir eşiktir; ardında bilinmeyene açılır. Ne ilginçtir ki, bu kapıların her birinde elimizde tuttuğumuz anahtarın rengi hep aynıdır: beyaz.

Tüm hafta boyunca aklımda tek bir renk vardı; beyaza takılıp kalmıştım. Bunun sebebi, sanırım beyazın bende masumiyeti çağrıştırmasıydı. Beyaz, bir bebeğin doğduğunda sarıldığı beyaz bez, gelinliğin beyazlığı ya da kefenin beyaz olması gibi imgelerle zihnimde canlanıyordu. Bebeğin beyaz beze sarılmasını, gelinliğin beyaz olmasını anlayabiliyordum; ama hayatı boyunca beyaz doğup grilere, siyahlara, kırmızılara bulanan insanın neden beyaz kefenle gömüldüğünü bir türlü kavrayamıyordum. Çok ilginçtir ki, bugün nihayet bu sorunun cevabını buldum.

Kundakta beyazla başlarız, gelinlikte beyazla söz veririz, kefende beyazla veda ederiz. Beyaz, yalnızca bir renk değil, masumiyetin, başlangıcın ve sonsuz döngünün simgesidir.

Bir bebek doğduğunda beyaz beze sarılır. Kundak, yalnızca bir örtü değil, saflığın ve başlangıcın işaretidir. Türk kültüründe “ak” sözcüğü, sadece bir rengi değil, iyiliği, temizliği ve uğuru ifade eder. “Ak gün” deriz, “aksakallı” deriz; bu ifadelerde güven ve kutsiyet saklıdır. Antik çağlardan beri filozoflar, beyazı “başlangıcın rengi” olarak tanımlar; çünkü beyaz, tüm renkleri içinde barındırır ama hiçbirine teslim olmaz. Yeni doğan, bu aklıkla başlar hayata: tertemiz, lekesiz, henüz hayatın renkleriyle kirlenmemiş.

Zaman geçer, çocuk büyür ve hayatın ikinci eşiğine ulaşır: evlilik. Bugün beyaz gelinlik, Batı’dan gelmiş gibi görünse de, Anadolu’da yüzyıllardır “beyaz giymek” temizliğin ve yeni bir sayfanın sembolüdür. İslam kültüründe nikâh, helal bir başlangıçtır; beyaz, bu temiz yolun rengidir. Gelinlik, yalnızca bir süs değil, “hayat yoluna beyazla çıkma” niyetidir. İnsan, kendini bir başkasına emanet ederken, özgür iradesiyle yeni bir evren açar ve bu başlangıcı beyazla mühürler.

Ancak hayat, bu beyaz başlangıçları zamanla kirletir. İnsan, masum doğar; ama hırsın kırmızısı, kıskançlığın siyahı, yalanın gri sisi ruhuna siner. Beyazın berraklığı, hayatın grileri, siyahları ve kırmızılarına bulanır. Geçen hafta boyunca bu düşünce zihnimi kurcaladı: Beyaz, masumiyeti çağrıştırıyordu; kundağın, gelinliğin beyazlığını anlayabiliyordum. Ama hayatı boyunca renkten renge bulanan, hırs, açgözlülük, kıskançlık ve yalanla kirlenen insan, neden sonunda beyaz kefenle gömülüyordu? Bu soru, aklımda dönüp duruyordu.

Nihayet son kapıya gelinir: ölüm. İnsan, doğduğu gibi yeniden beyaza sarılır. Kefen, tıpkı kundak gibi sade ve saftır. Peygamber’in hadisi açıktır: “Kefenlerinizin en hayırlısı beyazdır.” Malından, makamından, ünvanından soyunan insan, en yalın haliyle beyaz bez içinde toprağa kavuşur. Ölüm, başka bir doğumdur; kundaktaki gibi bir başlangıç, ama bu kez öte âleme. Kefen, insanın başlangıçtaki masumiyetine dönüşüdür. Hayat ne kadar kirletirse kirletsin, ölümle her şey sıfırlanır. Beyaz kefen, ruhun bu dünyadan temizlenmiş bir şekilde ayrılışını temsil eder.

Cevabı bulmam uzun sürmedi: Beyaz, yalnızca masumiyetin değil, aynı zamanda sonsuz döngünün rengidir. Antropologların “renk döngüsü” dediği bu olgu, başlangıçlarla bitişlerin aynı renkle simgelenmesiyle kozmik bir bütünlük yaratır. Tasavvufta “aslına rücu” denilen hakikat, işte budur: İnsan, nasıl geldiyse öyle gider. Çok ta şeytmemek lazımmmm…

Beyaz, varlığın sıfır noktasıdır; ruhun en yalın halidir. Kundaktaki bebek, gelinlik giyen genç kadın ve kefene sarılan insan, aynı mesajı taşır: Hayat, beyazın çizdiği bir yolculuktur. Filozofların dediği gibi, “Hayat bir dairedir; başlangıç ve son, aynı noktada buluşur.” Beyaz, bu buluşmanın rengidir. Beyaz, hayatın kapılarını birbirine bağlayan köprüdür. Kundakta beyazla başlarız, gelinlikte beyazla söz veririz, kefende beyazla veda ederiz. Bu, sadece bir renk tercihi değil, insanlığın bilinçaltında kök salmış bir döngüdür. Beyaz lekesizdir. Beyaz, yeni bir sayfadır. Beyaz, hem masumiyetin hem vedanın rengidir.

Kirlerinizden arınıp kefene gireceğinizi hatırlamanız dileğiyle… Beyaz kalın…