Bir şeyi tarif etmenin en içgüdüsel ve basit yöntemlerinden biri zıtlıktır: neredeyse her zaman ortadaki olguya mutlak değerce eşit bir kavramı yoktan var etmeyi sağlayan, içsel ve refleksif bir sistemi harekete geçiren bu teknik, direkt sonuç ile tanım ilişkisi haricinde en kuvvetli anahtar ve öğretmenlerden biri kabul edilebilir. Bu sade yöntem, her alanda da olabildiği gibi, kavrama, öğrenme ve aktarma yordamlarında kontrol, yozlaşma ve kolaylaştırma ile ekilen tohumları, aciz beşerî dürtüler mecrasında besler hale gelebiliyor.

Öğrenimin ilk dönemlerinde oldukça sık kullanılan zıt kavramlar ve zıtlık ile fark ettirmeler, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kutuplaşmış, taraflaşmış terimleri zaten buna yatkın olan bizlere iyice aşılıyor ki, bu durum ise kategorileştirme tuzağından geçen, çift tarafı uçurumlu bir patikanın önünü iyice açıyor. Zıtlığın ardından gelen farklılık arayışında tanım ve konuları belirlemek için onları sembolize veya temsil eden en önemli etmenlerin seçimi, zaman içinde bu etmen seçimlerinin kendi kapsamlarının genişlemesi ve kutuplaşmasıyla başka sakıncalı durumlara yer açıyor. Öne çıkan özellikleriyle tanımlananların en ilgili detayları haricindeki özelliklerinden ayrılışı ile başlayan bu süreç, eğitimdeki basamak basamak yazıp silme mantığına doğru ilerliyor. Bir konunun bazı detayları geride bırakılarak öğreniliyor ve bir taban atılıyor, ardından belirli bir süre sonra, genellikle, ilk kanaat ve bilgisini değiştirmenin çok güç olduğu bizlerdeki bu tabanın tamamen yıkımına sebep olacak etmenler tekrardan konuya enjekte ediliyor. İnsan doğası, dünya nüfusu ve ekonomisi, modüler ve kademeli eğitim sistemleri ele alındığında kaçınılmaz bir varış noktası gibi görünebilen bu durum, taraf tutmaya meyilli akıllarımızın genel ürünlerini de etkiliyor.

Her alanda olduğu gibi, arkeoloji de uzun yıllar boyunca geçmişi düzenli kutulara ayırarak anlamaya çalıştı: Belirli bir bölgeden çıkan benzer çanak çömlekler, benzer mezar gelenekleri ya da ortak süsleme biçimleri bir araya getirildi ve bunlara “kültür” adı verildi. Bu yaklaşım, geçmişi anlatmayı ve tanımlamayı kolaylaştıran bir sistem sundu ancak zamanla bu sistemin detayları insanların indirgeyici ve silici kararlar almasına neden oldu.

Yakın zamanda yayımlanan yeni bir araştırma, “arkeolojik kültür” kavramının artık işlevini yitirdiğini ve hatta bazı durumlarda yanıltıcı olabildiğini ortaya koyuyor. Çalışmaya göre, materyal benzerlikleri otomatik olarak tek bir topluluğa, tek bir kimliğe ya da tanım sınırları çizilmiş bir “kültüre” bağlamak, geçmişteki insan ilişkilerinin karmaşıklığını gözden kaçırmamıza neden oluyor.

Özellikle 19. ve erken 20. Yüzyılda geliştirilen bu “kültür” anlayışı, çoğu zaman “aynı eşyalar, aynı insanlar” ilişkisi varsayımına dayanmaktaydı. Oysa bugün biliyoruz ki insanlar bilinen tarih boyunca dinamik haldeydiler; fikirler, teknikler ve nesneler sınır tanımadan dolaşıyordu. Benzer bir çömlek formu, ortak bir kimliğin değil; ticaretin, taklidin, öğrenmenin ya da geçici bir temasın sonucu olabilirdi. Tabii ki ticari ilişkiler ve diğer etkileşimler yoluyla yaşanan aktarımlar çoğu kez makul biçimde yargılanmıştır, ancak çalışmaya göre bu durumun çok daha verimli ve gerçekçi olmasının önündeki engel tanımlama, kategorileştirme ve sert sınırlar çekmedir.

Araştırmacılar bu nedenle daha esnek ve doğal bir yaklaşım önermekte: Kültürü sabit, kapalı ve homojen bir yapı olarak görmek yerine; parçalı, değişken ve katmanlı bir süreç olarak ele almak gerektiğini savunuyorlar. Bir yerleşimde bulunan materyal kalıntılar, tek bir “kültürün” damgası olmaktan ziyade, farklı grupların, inançların ve pratiklerin kesişim noktası olabilir.

Bir şeyi anlamak istiyorsak, onu ne kadar sadeleştirmeye hakkımız var? Bu sorunun ışığında, yeni çalışmalar, tarihin düzenli şemalara sığmayan bir akış olduğunu hatırlatıyor ve kültür dediğimiz şeyin, çoğu zaman sandığımızdan daha akışkan, daha geçirgen ve daha insani olabileceğini vurguluyor. Ancak içinde bulunduğumuz veri analizi ve makine öğrenimi altın çağı, önceki dönemlere kıyasla bu kategorileştirme ihtiyacını yıkabilecek, çok sayıda parametreyi birlikte inceleyerek kesişim ve farklılıkları tek düzeye indirgemeden gözler önüne serebilecek imkanları da beraberinde getiriyor ve objektivitenin somut örneği ile öznel veya soyut olan arasındaki bağın nasıl kurulacağına dair merak uyandırıyor.