Lisede edebiyata aşık bir öğrenciydim. Yabancı dil okuyor olmama rağmen, her zaman sözelde, özellikle edebiyatta, yeni şeyler öğreniyor olmak beni hep büyülemişti. Edebiyatın o hem şaşalı, hem dramatik, yerine göre kara mizahlı, yerine göre romantik yapısı, kitapların arasında mutlu olan o 14 yaşındaki kızı başka diyarlara yolculuğa çıkarırdı ve o kız bundan oldukça hoşnut olurdu.
Elbette daha sonra bir sınav serüveni, daha sonra küçük bir kasabadan büyük bir şehre ilk defa tek başına aşamaya gitmenin zorlukları, tam alıştık derken patlayan pandemi ve sonrasında yaşamını idame ettirmek için çalışma temposuna girmek zorunda kalmak, kitaplarla aramı tamamen koparmasa da bir müddet açmıştı. Artık bir kitabı sonuna kadar anlayarak okuyabilmek ve o kitabı bitirebilmek, kendimi yapılması çok zor bir işi başarmış gibi hissettirmeye başlamıştı. Sözelin ağırlıkta olduğu bir işte çalışmak, her gün binlerce kelimeyle haşır neşir olmak da, Türkçe’ye ve edebiyata olan düşkünlüğümü yeniden önüme çıkardı. Kendimi çok uzun süredir parmaklıklarla çevrili bir kutu içerisine hapsedilmiş bir kuşun, açılan kapıdan çıkmakla çıkmamak arasında kaldığı şüpheye düşürülmüş gibi hissettim. Sonra bunu nasıl aşacağımı düşünürken karşıma, (belki de çocukken de okuduğum ama hatırlayamadığım yazarlardan olan) Çehov’u çıkardı. Çehov’un tek romanı “Avda Trajedi”yi daha önce köşe yazımda anlatmıştım. Avda Trajedi, uzun yıllardan sonra ilk kez beni hikayenin içine çeken ve okuma açlığı hissettiren eserlerden biri olmuştu. Ardından düşünüp bir karar verdim. Eksik hissettiğim, zamanında okumadığım tüm kült eserleri okumalıydım. Belki doğru belki de yanlış bir seçim olarak, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sına başladım. Rus edebiyatı konusunda oldukça önyargılıydım. Bunun en temel sebebi kültürlerini bilmiyor oluşum, bir diğeri isimlerin beynimde devamlı olarak karışması ile sürekli önceki sayfalara dönek zorunda kalışım, diğer nedeni ise süslü ve oldukça fazla benzetmeli anlatımlarıydı. Ancak Suç ve Ceza bu kez bunları bana hissettirmedi. Hatta geçenlerde şöyle bir cümle kurdum; “Uzun zamandır, kapağını açıp birkaç kelime okuduğumda, beni o sahneye çeken ve sanki orada olaylara bizzat ilk gözden tanık oluyormuşum gibi hissettiren bir kitap okumamıştım” dedim. Kitabı henüz bitirmesem de, onunla ilgili bir şeyler yazmak için bir süredir kendimi tutuyorum. Bu kez, belki henüz Suç ve Ceza’yı okumamış kişiler varsa önyargılarını bir kenara bıraksınlar diye yazmak istedim. Pekii sevgili okur, Suç ve Ceza’yı eline aldığında nasıl bir dünyaya adım atacaksın? Ve en önemli soru ise şu; Dostoyevski okumaya “Suç ve Ceza” okuyarak başlanır mı? Bu sorulara biraz cevap bulmaya çalışalım..
Suç ve Ceza, başrol karakterimiz Raskolnikov’un (oldukça ünlü bir eser olduğu için bu ismi daha önce duymuş olabilirsiniz) vicdanı ile girdiği hesaplaşmalarını, işlenen bir cinayetin, failini nasıl bir ruhsal bunalımlara soktuğunu, failin iç savaşındaki düşünceleriyle, kendi hayatımızda yaşadığımız olaylarla ortaya çıkan düşüncelerin benzer ve farklı yanlarını irdeleten satırlarını okuyoruz. Her ne kadar ünlü bir eser olsa da daha fazla spolier vermeden bu kitabı okumalı mı okumamalı mı ona geçmek istiyorum. Okumalısınız.. Ancak Dostoyevski okumaya Suç ve Ceza’dan başlarsanız, hele bir de biraz ruhsal olarak bunalımda olduğunuz bir döneme denk gelirse bu okumanızda, karakterle kendinizi özdeşleştirmekten kaçamazsınız. Dolayısıyla bence öncelikli olarak Dostoyevski’yi anlamak, Suç ve Ceza’dan dil açısından daha yumuşak eserlerle Dostoyevski dünyasına başlamak doğru olacaktır. Buna bir örnek olarak “Beyaz Geceler”i, verebilirim. Bir aşk üçgeninin anlatıldığı kitap hem sayfa sayısı olarak ideal, hem de anlam ve hikayeye giriş açısından sizi pek fazla yormayacak bir alternatif olabilir. Ancak eğer Suç ve Ceza’yı okumak için kendinizi hazır hissediyorsanız, kaçırmayın derim. Ruh halim hazır değildi ama ben hazırdım. Suç ve Ceza’yı içime sinerek okuyabileceğim zamanı bulmuştum. Ve iyi ki de onu 24 yaşımda okuma şansını kendime verdim. Size de mutlaka tavsiye ederim. İyi okumalar…